Daily Strange’den selamlar! Bugünkü incelememizde Todd Phillips’in 2019 yapımı Joker filmi ile dört yıl sonra izleyicilerle buluşan Joker: İkili Delilik yapımını karşılaştırarak iki hikâye arasındaki büyüleyici farkları keşfe çıkacağız. İki film de aynı evrenin parçaları olsa da, atmosfer, karakter işleyişi ve temalarıyla adeta zıt kutupları temsil ediyor. İlk filmde Arthur Fleck, Gotham’ın karanlık ve umutsuz sokaklarında yalnız bir adam olarak Joker kimliğine doğru adım adım sürüklenirken; ikinci filmde, Joker persona’sı artık kendine ait bir sahnede hüküm sürüyor ve bu kez Arthur’un yanında ona tutkulu bir aşk besleyen Harley Quinn var. Ancak her iki filmde Joker, bambaşka ruh hâlleri ve dünyalarda varlık buluyor.
Arthur Fleck’in Çöküşü ve Toplumsal Yabancılaşma
2019 yapımı Joker, toplum tarafından dışlanan, yalnız ve ötekileştirilen bir adam olan Arthur Fleck’in Joker kimliğine büründüğü sarsıcı bir karakter incelemesi sunuyordu. Todd Phillips’in yönetiminde Gotham, Arthur’un içsel çöküşünün ve çaresizliğinin tam bir yansıması hâline gelmişti. Şehrin yoksul ve umutsuz atmosferi, Arthur’un karmaşık ruh hâline ayna tutarak izleyiciyi karakterin derin yalnızlığına ve giderek artan öfkesine çekiyordu.
Arthur, her geçen gün daha fazla toplumdan dışlanmış, acımasız bakışların hedefi hâline gelmiş, sonunda iyice içine kapanmıştı. Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Arthur, bu rol için verdiği büyük emeği, yüz ifadesinden duruşuna, her zoraki kahkahasından yürüyüşüne kadar hissettiriyordu. Arthur’un bu acı dolu gülüşleri, aslında ne kadar kırılgan, ne kadar yalnız ve umutsuz olduğunu açıkça gösteriyordu. Gotham, adeta Arthur’un bir diğer yansımasıydı; şehrin her karanlık köşesi, karakterin ruh hâlindeki yarıklara, içsel çatlaklarına karşılık gelen sembollerle doluydu. Arthur, toplumdan her reddedilişinde biraz daha kendi içine kapanıyor, her şiddet dolu temas ona Joker kimliğine doğru bir adım daha yaklaştırıyordu.
Bu çarpıcı dönüşüm yolculuğunun en kritik anlarından biri, Arthur’un metroda yaşadığı saldırı sahnesiydi. Bu olay, Arthur’un hayatının dönüm noktalarından biri olmuş; toplumun kendisine kayıtsızlığına karşı ilk başkaldırısını simgelemişti. Her darbe, her hakaret onu biraz daha kendi içsel kaosuna doğru iterken, bu şiddet anı Arthur’un artık bir başkaldırı olarak Joker kimliğini benimsemeye başladığı anı işaretliyordu. Arthur’un toplum tarafından dışlanmış bir adamdan, topluma karşı başkaldıran bir figüre dönüşümünün başlangıcı işte bu andı.
İlk filmde Arthur’un acımasız bir şekilde göz ardı edilmesi, onu adeta bir toplumsal eleştiri hâline getiriyor; toplumun yarattığı yalnızlık ve umutsuzluk, Gotham sokaklarının kasvetli dokusuyla birleşerek izleyiciye Arthur’un yaşadığı içsel savaşı daha da derinlemesine hissettiriyordu. Arthur’un çektiği acılar, yaşadığı kırılma anları, Gotham’ın dar ve soğuk sokaklarında daha belirgin hâle geliyor; her bir ayrıntı, Joker persona’sına doğru atılan adımların bir sembolü olarak karşımıza çıkıyordu.
Arkham Asylum’un Sınırlarında Anarşi ve Teatral Bir Joker
2024 yapımı Joker: İkili Delilik ise Arthur’un hikayesini Gotham’ın karanlık sokaklarından alıp Arkham Asylum’un steril ve klostrofobik duvarlarına taşıyor. Bu kez Arthur yalnız değil; yanında, anarşik ruhuna saplantılı bir tutkuyla bağlı olan Harley Quinn var. Arthur’un çevresindeki karakterlerin, Joker persona’sının bir yansıması olarak konumlandırıldığı bu yeni filmde, Gotham’ın kaotik sokaklarından ve toplumsal çalkantılarından koparak tamamen içsel bir yolculuğa odaklanılıyor.
İkinci filmde Joker, adeta bir sahne sanatçısı gibi Arkham’ın sınırlarında hüküm sürüyor. Gotham sokaklarındaki o özgürleştirici başkaldırı anları, yerini Arkham Asylum’un dar koridorlarında Joker persona’sının teatral ve estetik bir ifadesine bırakıyor. Bu kez Joker’in kimliği, daha çok görsel bir figür olarak sunuluyor; Joker’in dansı, özgürlük ve başkaldırının sembolü olmaktan çıkıp estetik bir performansa dönüşüyor. Harley Quinn ile kurduğu ilişki, derin bir karakter analizi ya da trajik bir ortaklık yerine, Joker persona’sının dışavurumcu estetik yapısını tamamlayan bir dekor gibi sunuluyor.
Sinematografik anlamda, ilk filmdeki o kasvetli Gotham atmosferinin yerini Arkham’ın soğuk, steril duvarları alıyor ve Joker’in bireysel başkaldırısını bir tür teatral gösteriye dönüştürüyor. Bu yeni ortamda Joker, toplumun yarattığı bir anarşi figürü olmaktan çıkıyor ve kendi kurallarını yaratan, bireysel bir sahne figürü olarak karşımıza çıkıyor.
Sinematografik Derinlik ve Müziğin Anlatıdaki Gücü
İlk filmde, Hildur Guðnadóttir’in özgün besteleri Arthur’un içsel çatışmalarını ve derin yalnızlığını anlatmak için güçlü bir araç olmuştu. Guðnadóttir’in yarattığı karanlık ve melankolik tınılar, Arthur’un her kırılma anında, karakterin duygu dünyasına empati duymamızı sağlıyordu. Gotham’ın kasvetli sokaklarında yankılanan bu müzik, Arthur’un karmaşık ruh hâliyle birleşerek izleyiciyi karakterin yaşadığı acıları daha yoğun bir şekilde hissettiriyordu. İlk Joker filmi, bir süper kahraman hikayesinin çok ötesine geçerek bir karakter draması hâline geliyordu; Gotham’ın her köşesi Arthur’un içsel acılarına, yaşadığı çaresizliğe ve dönüşümüne dair ipuçları sunuyordu.
Ancak Joker: İkili Delilik filminde müzik, Joker’in teatral yapısını öne çıkaran bir fon görevi görüyor. Joker, toplumun ona dayattığı kimliklerden kurtulmuş, bireysel bir özgürlük simgesi olarak, kendine ait bir sahnede dans ediyor. Bu kez müzik, Joker’in içsel çatışmalarını değil, onun teatral estetik yapısını destekleyen bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Lady Gaga’nın Harley Quinn olarak sergilediği müzikal performans, Joker ile arasındaki çarpık ve saplantılı bağı dramatik bir şekilde işlerken, Joker karakteri bir kez daha sinema perdesinde yeniden doğuyor.
Dansın Evrimi: Toplumsal Bir Anlamdan Bireysel Bir Sembole
İlk film, Gotham halkının içinde biriken öfkenin ve toplumsal adaletsizliklerin bir yansıması olarak Joker’in doğuşunu ele alıyordu. Arthur’un dışlanmışlığı, toplumsal bağlamda onu bir başkaldıran simgeye dönüştürmüştü. Gotham halkı, Joker’i adeta kendi öfkelerinin, umutlarının ve dışlanmışlıklarının sembolü olarak görüyordu. Arthur, toplumun yarattığı bir karakterdi ve Joker kimliğini topluma karşı bir başkaldırı olarak benimsemişti. Her adımı, bir tür anarşi sembolü olarak yükseldiği yolu işaret ediyordu.
Ancak Joker: İkili Delilik filminde Joker, Gotham halkıyla olan bağını koparmış, sadece kendi teatral sahnesinde var olan bir figür hâline gelmiş durumda. Joker, toplumdan bağımsız, kendi estetik dünyasını yaratmış bir karakter olarak izleyiciye sunuluyor. İlk filmde topluma karşı bir isyanın sembolü olan Joker, ikinci filmde toplumdan tamamen bağımsız, bireysel bir figür olarak yeniden doğuyor. Arthur’un bireysel trajedisi, artık yerini Joker’in teatral bir gösterisine bırakmış, Arthur toplumsal bir eleştirinin yansıması olmaktan çıkıp yalnızca kendini ifade eden bir simge olarak sinema perdesine yansıyor.
İlk filmde Arthur’un ikonik dans sahnesi, Joker persona’sının özgürlüğe adım attığı anın bir sembolü olarak izleyiciye sunulmuştu. Gotham’ın kirli ve karanlık merdivenlerinde dans eden Arthur, toplumun dayattığı kuralları bir kenara atarak kendine ait bir dünya yaratmaya başlamıştı. Rock and Roll Part 2 eşliğinde yapılan bu dans, hem Arthur’un bireysel devrimini hem de Joker kimliğinin doğuşunu temsil ediyordu. Her adımı, Joker persona’sına biraz daha yaklaşan bir karakterin özgürleşme anını izleyiciye sunuyordu.
Ancak Joker: İkili Delilik filminde dans, artık bir özgürleşme değil; Joker persona’sının estetik bir simgesi hâline geliyor. Harley Quinn ile olan dansları, Joker persona’sının içsel çelişkilerini değil, Joker’in teatral bir figür haline gelmesini anlatıyor. Arthur’un özgürlük arayışı ve başkaldırısı, Joker persona’sının bir sembolü olarak izleyiciye sunulurken, dans artık toplumsal bir eleştiriyi değil; Joker’in estetik dünyasının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Bireysel Bir Sembole Evrilme
İlk film, Gotham’ın çürümüş yapısına güçlü bir eleştiri sunuyor; Joker karakterinin hem bireysel hem de toplumsal bir sembol hâline gelmesini anlatıyordu. Gotham halkı, Joker’i adeta toplumsal baskılara karşı bir başkaldıran figür olarak görmüş, Arthur’un kişisel acıları toplumun adaletsiz yapısıyla bütünleşerek izleyiciye güçlü bir karakter analizi sunmuştu.
Ancak Joker: İkili Delilik filminde Joker, toplumsal bağlarından kopmuş, sadece kendine ait bir sahnede bireysel bir figür olarak beliriyor. Bu kez Joker, yalnızca bireysel özgürlüğünü arayan, kendine ait teatral bir evrende hüküm süren bir simgeye dönüşüyor. Gotham artık onun doğduğu yer değil; Joker, kendi ikonunu yaratmış bir figür olarak izleyiciye sunuluyor. İlk filmde Gotham halkının sembolü olan Joker, bu kez kendi estetik dünyasının bir parçası olarak izleyici karşısında beliriyor.
Delilik mi? Aşk mı? Hangisini Seçtin, Harley?
İlk filmde Joaquin Phoenix'in Joker karakteri, derin bir psikolojik yolculukla ve Gotham halkına duyduğu öfkeyle izleyiciyi karaktere yaklaştırıyor; Joker’in acı dolu çığlığı ve derin kaosu izleyiciye ağır bir empati yüklerken, ikinci filmde Harley Quinn’in varlığı, Joker’in yanında biraz sönük kalıyor. Joker’in ikonik, teatral dünyası her anıyla öne çıkarken, Harley Quinn'in ise adeta Joker’in çılgınlığını tamamlayan bir estetik parça gibi yer alması, bazı izleyicilerin ilgisini dağıtıyor. Harley, Joker’in karanlık dünyasında beklenen duygusal derinliği taşıyamayınca, hikayede biraz gölgede kalıyor.
Arthur’un içsel karmaşası bu yeni filmde daha derine çekiliyor; onun deliliği büyüyüp alevlenirken, Harley Quinn’in sahneye girişi karmaşayı daha da körüklemesi gereken bir kırılma anı gibi bekleniyor. Ama bu etki beklenenin aksine, Joker’in yolculuğunda hafif bir sapma duygusu uyandırıyor. Harley’nin Joker’e olan saplantılı sevgisi, dışarıdan bakıldığında bir tür teselli gibi görünse de, izleyici için daha derin bir bağ oluşturmakta zorluk çekiyor. İkili arasındaki bu bağımlılık ve saplantı, aşkın yıkıcı yanını sergilemek için eşsiz bir malzeme sunarken, anlatımın dramatik bütünlüğünde bir boşluk hissi bırakıyor ve Joker'in derinliğine erişmekte zorlanıyor.
Joker ve Harley arasındaki ilişki, daha çok saplantı ve yıkım dolu bir aynadan yansıyor. Harley, Joker’in deliliğini kucaklayıp ona tutkuyla sarılırken, bu ikilinin birbirini hem tamamlayıp hem tükettiği anlar, filmin daha karanlık bir atmosfer yakalamasına olanak tanıyabilirdi. Harley’nin deliliğe teslim oluşu, Joker’in içsel çöküşüyle adeta paralel ilerleyen, sevginin değil, derin bir yok oluşun resmi gibi görünüyor.
İzleyiciye sunulmak istenen içsel çatışma ve saplantılı aşkın dramatik gücü, anlatım tercihlerindeki eksiklikler nedeniyle tam anlamıyla yansıtılamıyor. Harley’nin saplantılı aşkının Joker’in deliliğini nasıl yansıttığını ve Joker’in derin çöküşüne nasıl katkı sunduğunu görmek, bu anlatının en güçlü sahnelerinden biri olabilirdi. İki karakterin bir arada olduğu her an, sanki sevgi değil de, insan ruhunun en hassas noktasına yapılan bir keşif gibi duruyor.
Her iki filmde de Joaquin Phoenix’in Joker performansı, karakterin içsel yolculuğunu, kendisi ve toplumla olan kavgasını keskin ve yoğun hissettirmeyi başarıyor. Lady Gaga’nın performansı ise hikayeye renk katsa da, Joker’in dramatik yolculuğundaki ağırlığı tam olarak taşıyamıyor. İlk filmde Arthur Fleck’in çöküşünü izlerken hissettiğimiz duygusal yoğunluk, ikinci filmde Gaga’nın daha yüzeyde kalan Harley Quinn performansında aynı etkiyi yaratmıyor.
Saplantı ve Yıkım: Joker ve Harley’nin Karanlık Yolculuğu
Joker: Folie à Deux, Todd Phillips’in Joker ve Harley’yi kaosun ortasında buluşturduğu, aşkı, deliliği ve yıkımı adeta tek bir nefeste yaşattığı bir evrende izleyiciyi kaybolmaya davet ediyor. Bu evrende aşk, bilinen tüm normları yıkarken, acının ve saplantının dans ettiği bir sahneye dönüşüyor. Phillips, karanlık tonları ve grotesk detaylarla bezeli görsel diliyle izleyiciyi Joker’in zihin çatırdamalarına yaklaştırıyor, adım adım o karanlığa doğru sürüklüyor.
Film boyunca Phillips, sanatsal detaylarıyla şekillendirdiği bu trajediye, Arthur ve Harley arasındaki çarpık bağ üzerinden aşkın en karanlık, yıkıcı yüzünü göstermeyi hedefliyor. Arthur’un iç dünyasındaki kaos, Harley’nin kırılgan ruhuyla birleşirken izleyiciyi etkileyici bir deneyim bekliyor. Ancak, kimi sahnelerde bu kaotik birliktelik yüzeyde kalıyor ve karakterlerin çarpıcı yanları tam derinliğine inemediği için sıradan bir aşk hikayesine dönüştüğünü hissettiriyor.
Joker ve Harley’nin bu karanlık yolculuğu, izleyiciyi unutulmaz bir kimyanın parçası yapma potansiyeline sahipken, film bu kimyanın tam olarak hissedilmesine fırsat tanımıyor. Phillips, deneysellik ve sanatsal risk alma isteğiyle bazı sahnelerde anlamı biraz dağıtıyor; sonuçta dramatik derinlik yer yer eksik kalıyor. Yine de, bu karanlık aşk hikâyesi izleyicinin zihninde silinmez izler bırakmayı başarıyor. Phillips’in aldığı riskler, zaman zaman zayıflık gibi görünse de, anlatı boyunca cesur bir arayış ve farklı bir hikaye sunma çabası olarak öne çıkıyor.
Bundan sonra okuyacaklarınız, sizi Joker’in soğuk parmaklıklar ardına hapsedilmiş, akıl alıcı parmaklıklar arasında sıkışmış ve mahkeme salonlarının ağır duvarları arasına gömülmüş ezici bir karanlığa çağırıyor. Sahne ağır ağır açılırken Gotham, her köşesi sırlarla dolu bir bilmeceden, çürüyen ruhların izleriyle bezeli, sonsuz bir kabusa dönüşüyor. Arthur’un akıl hastanesinde yankılanan adımları, onu her adımdan sonra şehri dipsiz bir uçuruma doğru sürüklüyor. Gotham artık yalnızca bir şehir değil; Arthur’un parçalanmış ruhunun kırık aynası, içindeki boşluğun derinleşen bir yansıması haline geliyor.
Bu yavaş çözülme, görünmeyen bir kabusun gölgeleri arasında ilerliyor: Arthur Fleck’in zihnindeki kaos, Gotham’ın çürüyen kalbiyle örümcek ağı gibi birbirine dolanıyor. Nerede başlıyor, nerede bitiyor bu hikâye? Bu gerçekten Arthur’un öyküsü mü, yoksa Gotham’ın da paylaştığı karanlık bir yanılgı mı? Cevap, bilinmeyenin derinliklerinde mi gizli, yoksa yüzeyin hemen altındaki bir fırtına bizi daha da derin bir uçuruma mı çağırıyor?
Harley Quinn ve Joker… Karanlığın içine mıhlanmış iki kayıp ruh. Birbirlerini tamamlayan mı, yoksa birbirini tüketen mi? Aşk burada uzak bir yankı, erişilmez bir düş gibi. Harley’nin arzusu bir serap mı, yoksa Joker’in deliliğinde kaybolan bir fısıltı mı? Sahne hiçbir yanıt vermez, yalnızca daha derinleştirir. Rüyaya hapsolmak mı, yoksa o rüyadan uyanmak mı? Bu soruya hangi cesur yürek cevap arayacak?
Sert ışıkların altında bir akıl hastanesi… Arthur’un yüzü gölgelerin arasından belirmeye başlıyor, unutulmuş bir trajedi gibi. Kamera yaklaştıkça yalnızlığın ağırlığı bir senfoni gibi yükseliyor. Joker maskesinin ardında ne saklı? Bu maske ne kadar ağır? Gerçek mi bu, yoksa hepimiz bir yanılsamanın parçaları mıyız?
Harley Quinn’in parlak boyalarla süslü dünyası bir tuzak mı, yoksa daha büyük bir yanılsamanın maskesi mi? Gerilim yükselirken, mantık ve aklın sınırları kayboluyor. Joker’in oyunları bu mu? Müziğin bile kaçamadığı bu sahneler, Arthur’un zihninde yankılanan kapana kısılmanın sesi mi?
Eleştirmenler ve izleyiciler ikiye bölünüyor. Sorular büyüyor. Phillips, Joker mitosunu parçalarına ayırıp izleyiciyi de bir yanılsamanın derinliklerine mi sürüklüyor? Bu filmden ne bekledik? Yoksa hakikat gözlerimizin önünde miydi? Belki de gerçek, o karanlık derinliklerde gizliydi ve biz ona yalnızca göz ucuyla bakabildik.
Yolculuk işte burada başlıyor. Harley ve Joker’in delilikle dolu dansında, kaybolmuş bir gerçekliğin hayal meyal duyulan fısıltısı yankılanıyor. Ancak bu kayboluş, aşkın değil, deliliğin yankısı. Gerçek orada; fakat onu fark ettiğinizde belki de çok geç olacak.
Zıtlıkların Şiirsel Dansı: Açılış Sahnesi
Joker: Folie à Deux’nün açılışı, sinema perdesini sıradan bir eğlence dünyasından karanlığın derinliklerine açıyor. Looney Tunes’un absürt, hafif tonları seyircinin yüzünde anlık bir tebessüm bıraksa da, bu komedi rahatlığı aldatıcı bir yumuşaklık sunuyor. Todd Phillips, bizi zıtlıkların simetrik bir dansıyla tanıştırmaya daha en başından başlıyor ve her tebessümün altında bekleyen gölgeyi işaret ediyor. Gotham'ın içine çekilmeden önceki bu illüzyon, seyircinin yüzünde beliren masum gülümsemenin ardında bekleyen rahatsız edici bir derinliği fısıldıyor.
Phillips, Looney Tunes’un naif atmosferini bir anda Arthur Fleck’in zihnindeki kaotik kasırgaya çevirdiğinde, sinematografik bir tokatla seyirciyi gerçekliğe döndürüyor. Komedinin maskesinin ardında yatan trajediyi gözler önüne sererken, absürdün sınırlarını çizen mizansenin yoğun bir karanlığa kapı aralamasına izin veriyor. Bu geçiş, sinemanın diliyle Joker’in varlığını yalnızca bir kaos figürü olarak değil, derin acılarla yoğrulmuş, çözülemeyen bir bilmece olarak öne çıkarıyor.
Gotham’ın derin kasveti ve Arthur’un parçalanmış ruhu, bu açılış anıyla iç içe geçerek, seyirciyi yalnızca izlemeye değil, bu karanlığın içinde bir figür olmaya çağırıyor. Phillips’in zıtlıkları armonik bir uyumla yan yana getirmesi, Joker’in ötesindeki derin çatışmaları sanatsal bir metafora dönüştürürken, her bir kareyi dehşet ve estetiğin benzersiz birleşimi olarak sunuyor.
Gotik Bir Trajedi: Arthur’un İçsel Çöküşü
Arthur Fleck’in içsel yolculuğu, Joker: Folie à Deux boyunca sinematografik bir gölge oyunu gibi ilerleyerek derin bir gotik trajediye evriliyor. Gotham’ın sokakları, onun yaralı ruhunu yankılar gibi görünürken, şehrin karanlık dokusu, Arthur’un zihnindeki çatlakların bir dışavurumuna dönüşüyor. Akıl hastanesindeki metal parmaklıkların tüyler ürpertici gıcırtısı, adeta Arthur’un içsel acılarına ağıt yakıyor; bu sesler, Arthur’un ruhunda açılan yaraların ölümcül yankılarına eşlik eden bir tür içsel senfoniye dönüşüyor. Todd Phillips, gotik estetiğin ayrıntılarına özenle dokunarak izleyiciyi Arthur’un çöküşünün girdaplarına sürüklüyor.
Phillips, Arthur’un deliliğini soğuk, mesafeli bir mercekten sunarak izleyicinin karakterle empati kurmasını bilinçli olarak engelliyor. Arthur’un yalnızlığı ve deliliği, onu uzak bir anıt gibi konumlandırırken, toplumsal çürümüşlüklerin bireyin ruhunda nasıl derin yaralar açtığını bir ayna gibi yansıtıyor. Joker, toplumun yarattığı ama yüzleşmekten kaçtığı bir figür olarak izleyicinin karşısına dikilirken, Arthur’un içsel çöküşü de adım adım gotik bir ikon haline geliyor.
Bu gotik labirentte, Arthur’un deliliği ve toplumla olan zorlu çatışması, ona hem trajik bir derinlik katıyor hem de ondan uzaklaşmamıza neden oluyor. Phillips, Arthur’u bir ucubeye dönüştürmekle kalmıyor; onu trajik bir sembol olarak da kalıcılaştırarak, Gotham’ın içsel çürümüşlüğünü gözler önüne seren bir karakter inşa ediyor.
Metaforların ve Gotik Temaların Şiirselliği
Joker: Folie à Deux'de Todd Phillips, Arkham Asylum’un izole, donuk atmosferini metafor ve gotik temalarla derin bir sahneye dönüştürüyor. Arthur Fleck’in zihinsel çöküşünün yankılandığı bu yapı, sadece bir akıl hastanesi değil; onun içsel kaosunun, kırılganlığının ve gerçeğin ötesine geçen sınırlarının bir yansıması gibi izleyiciye sunuluyor. Karanlık koridorlar, bu boğucu labirent, onun ruhunun en karanlık kuytularında açılan yaraları simgeliyor, her dar geçit, Arthur’un toplumdan kopuşunun yeni bir basamağına işaret ediyor.
Phillips, Arkham’ın ağır, kasvetli dokusunu Arthur’un içsel çatışmasıyla örüyor; mekanın taş duvarları, çeliğin soğuk dokunuşu, Arthur’un içine sığmayan ızdırabının, gerçeğin acıtan yüzünün somut yansıması oluyor. Arkham’da yankılanan her ses, onun bilinçaltında yankılanan çığlıkların yankısı gibi duyulurken, parmaklıkların ardında sıkışıp kalmış bir ruhun melodramını açığa çıkarıyor. Bu sesler, yalnızca hastanenin soğuk taşlarına değil, aynı zamanda Arthur’un kendi ruhundaki dipsiz kuyulara da iniyor.
Arthur’un adımları ağır ağır bu duvarlara çarptıkça, Arkham yalnızca bir hapishane değil; onun deliliği ile çevrili bir tiyatro sahnesi haline geliyor. Her duvar, her gölge onun çatlamış kimliğinin bir parçasını yansıtıyor. Arkham, Arthur’un içindeki uçurumun fiziksel temsili olarak, izleyiciyi derin, kaçınılmaz bir trajediyle buluşturuyor. Bu, insan ruhunun sınırlarının nasıl hapsedilebileceğini ve acımasız gerçeklerin nasıl bir maskenin ardına saklanabileceğini gösteren bir yer; bir hastane değil, içsel kargaşanın sonsuzluğa açılan bir perdesi adeta.
Phillips, bu gotik yapının her köşesine, Arthur’un acı ve delilik içindeki yolculuğunun izlerini işlerken, izleyiciyi yalnızca bir hastane içinde değil, insan ruhunun bilinmeyen derinliklerine çağırıyor. Arkham’ın taş duvarları, Arthur’un parçalanan zihninin yankısı olurken, anlatının şiirsel ritmi, izleyiciyi karanlık bir vadide yankılanan trajik bir fısıltıya çekiyor.
Harley ve Joker: Karanlığın Fısıltılarında Yitip Giden Bir Aşk
Bu hikâye ne güllere sarılı bir aşk ne de huzurlu bir bağlılığın ifadesidir; Harley Quinn ve Joker'in birbirlerine doğru sürüklendikleri bu yol, karanlık bir çıkmazın, büyüleyici ve kaçınılmaz bir mahkumiyetin ifadesidir. İki ruh, aynı uçuruma aynı tutkuyla bakar; biri diğerinin gölgesine sarılırken, ikisi de o gölgenin içinde kaybolur. Bu aşk, bir ömür boyunca kemirilmiş yaraların, en derin yaralardan akmaya devam eden kanın bir yankısıdır. Joker: Folie à Deux bizi bu kaçınılmaz aşka çekip, Harley ve Joker’in gölgelerde parlayan, ölümcül bir güzellik içinde savrulan hikayesine davet eder.
Joker’in kollarında Harley kendini bulduğunu sanır, ama her bakış, her dokunuş, onun ruhunun çeperlerinden bir parçayı koparıp götürür. Sevgi değildir bu; bir girdabın içinde hapsolmuş ruhların çaresizce birbirine tutunmasıdır. Harley, Joker’in gözlerinde ne kadar kaybolursa, kendine dair ne varsa o kadar yitip gider. Joker’in sunduğu sevgi değil, ruhunun en karanlık çukuruna attığı bir gölge, içten içe yakan bir ateştir. Bu, kurtuluşun olmadığı, bitmeye mahkum bir dansın ayini gibidir.
"You complete me." (Sen beni tamamlıyorsun.) — Joker
Bu söz, dışarıdan bakıldığında bir aşk itirafı gibi görünse de, içinde asla tamamlanmayacak, sonu gelmeyecek bir açlığı taşır. Joker için Harley bir bütünleyici değil; onun eksik yanlarını daha da derinleştiren, karmaşasını büyüten, bir yanılsamadır. Harley, Joker’in dünyasında bir parça huzur bulmak isterken, onun ruhunun karanlığına kapılıp yavaş yavaş eriyen bir gölgeye dönüşür. Joker, her ne kadar onu “tamamladığını” söylese de, Harley’nin içinde eksik bıraktığı yaraların üzerine, daha derin çizgiler açar. Joker, Harley’yi içindeki kaosla sarmalar, onu bir ruhun yitip gittiği en karanlık yolda yalnız bırakır.
Her adımda Harley, Joker’e daha da yakınlaştığını zanneder, ama bu yalnızca Joker’in açtığı uçuruma adım adım ilerlemekten ibarettir. Sevgi burada bir yanılgı, birer kelime oyunudur; Joker, onu hem sahiplenir gibi görünüp hem de sürekli iten, bir adım yaklaştırıp yüz adım uzağa iten bir gölge gibidir. Harley, Joker’in ellerinde kendini bulmak isterken, o ellerin arasında gitgide kaybolur. Sevgiye dair ne varsa, her temasla biraz daha unutulur, silinir.
"This isn't love, it's just a game." (Bu aşk değil, sadece bir oyun.) — Harley Quinn
Harley’nin bu farkındalığı, Joker’in kaotik dünyasında hapsolmuş bir kadının haykırışıdır. Joker’in etrafında ördüğü bu ağ, ne sıcak bir sevginin ne de güvenli bir limanın simgesidir; burada sevgi, her bakışta, her dokunuşta daha fazla yara açan, kaçınılmaz bir oyundur. Joker için aşk, ruhun içindeki en karanlık kuyulardan yükselen bir yansıma, derin bir kaosun ucu bucağı olmayan bir yolculuğudur. Harley, bu bağdan kurtulmak istedikçe, aslında daha da derine çekildiğini anlar, çünkü Joker’in aşk dediği şey, onun için bir tür saplantı, en derin yarayı açan bir hançerdir.
Harley, Joker’in bu soğuk dünyasında anlam bulmayı isterken, aslında o dünyaya bir misafirden ibarettir. Joker, onu sahiplenmiş gibi görünse de, her dokunuş, her sözde, Harley daha da uzak bir yabancı olur. Aşkın en karanlık, en çarpık hâlidir bu; sevginin yıkıcı ve kör bir tutkuyla şekillendiği bir oyun.
"You think this is love? It’s chaos!" (Bunun aşk olduğunu mu sanıyorsun? Bu, kaos!) — Joker
Joker için sevgi, içindeki kaosun maskesidir. Harley, ona sığınacak bir liman ararken, Joker’in ona sunduğu şey, yalnızca kendi iç dünyasının dipsiz derinlikleridir. Joker, sevgi adına ona ne sunarsa sunsun, her adımda, her sözde, Harley daha da uçuruma sürüklenir. Joker’in sunduğu, sevginin güvenli sularından çok uzaktadır; sevgi, burada yalnızca yanan bir mum gibi tükenmeye mahkumdur. Harley bu oyunla savaşır, ama her dokunuşta bir parçasını kaybettiğini bilir. Joker’in dünyasında sevgi yalnızca bir oyun, yıkımın büyüleyici ve acımasız bir yansımasıdır.
Harley, Joker’in peşinden gittiği her adımda kendi ruhunu biraz daha yitirir. Sevgi, burada bir maske gibi yüzüne takılır; oysa bu maske ardında ne varsa yalnızca yıkım, acı ve hüsrandır. Joker, Harley’yi kendine çekerken, her dokunuşla daha derin bir yara açar ve Harley bu yaraların içinde kaybolur.
"You can’t save me. I’m already too far gone." (Beni kurtaramazsın. Zaten çoktan kayboldum.) — Harley Quinn
Harley, Joker’i kurtarmaya çalıştıkça, aslında kendi karanlığında kaybolduğunu, bu yolda kendi varlığını tükettiğini anlar. Joker, Harley’nin umuduna alaycı bir gülümsemeyle bakar ve ona uzattığı her sözde, Harley daha da kendinden uzaklaşır. Bu aşk, kurtuluş değil, iki ruhun birbirine sarılıp kendini tükettiği, dibe doğru süzülen bir hüzündür.
Joker için Harley’nin çabaları yalnızca bir eğlenceden ibarettir; onun her çırpınışı, her kaçış denemesi, Joker’in ellerinde daha da kısıtlanır. Bu ilişki, sevgi değil, iç içe geçmiş bir fantezi, bir yanılsamadır. Harley, Joker’in illüzyonunda kaybolurken, kendi gerçekliğini geride bırakır. Joker’in soğuk ellerinde, hayal kırıklıklarıyla yoğrulmuş bir düşte, yavaş yavaş solup gitmeyi kabullenir.
"In the end, you and I, we’re just the same." (Sonunda, sen ve ben aynıyız.) — Harley Quinn
Harley, Joker’in gölgesinde, ne kadar sarılsa da asla ulaşamayacağı bir sevgiyi arar. Joker’in karanlığında saklı olan o boşluk, Harley’i yutar, onu kendine çeker. Harley, Joker’e olan saplantısını bırakmak istese de bu girdabın derinliğinde, artık kendi varlığı yok olur. Joker’in dünyasında aşk, sevginin ötesinde, iki ruhun birbirine bakarak kendi yaralarını bulduğu, yıkımı kaçınılmaz bir düellodur.
Harley ve Joker’in bu trajik bağı, sevginin değil, yok oluşun yankısıdır; Joker, her fısıltısında, her dokunuşunda Harley’nin içine daha da işleyerek, bu aşkı yavaş yavaş tüketir. Bu ilişki, iki kırık ruhun, sevgi sandıkları bir uçurumun kıyısında birbirine sarılıp kendi yıkımlarına doğru ilerlediği bir ritüeldir. Joker: Folie à Deux, bu derin aşkı, bir ağıt gibi yankılar; iki ruhun, karanlık bir masalda, kendini tüketerek var ettiği, büyüleyici ve kaçınılmaz bir trajedi…
Adaletin Gölgesinde Yalnızlık
Arthur, Gotham’ın derin çürümüşlükle yoğrulmuş adalet sistemi karşısında yalnız başına dururken, mahkeme salonunun soğuk duvarları, onun içsel karmaşasına sessiz bir şahitlik yapıyor. Cüppelerin ardında saklanan gözler, sahte bir tarafsızlık maskesi altında, aslında onu toplumun unutmak istediği, kenara attığı bir leke olarak görüyor. Mahkeme salonunun her yanına yayılan o keskin soğukluk, Arthur’un artık toplumla olan son bağlarını da incelikle koparıyor. O an, Arthur için adalet, bir umut olmaktan çok uzak, sönük bir parıltı bile değil; karanlık, alaycı, uzak bir hayalet gibi, ona varoluşunun boşluğunu yeniden hatırlatıyor. Adaletin bu soğuk, sert yüzü, Arthur’u yalnızca bir suçlu olarak değil, varlığından bile utanılan, dışlanmış, değersizleştirilmiş bir hayalet olarak damgalıyor.
Arthur, yargılamanın karşısında dururken, içindeki tüm insani yanlar, o soğuk bakışlarla daha da derin bir uçuruma çekiliyor. Avukatını reddettiğinde, yalnızca savunmasız kalmayı değil, aynı zamanda kendi insanî kimliğinden vazgeçmeyi de seçiyor. Kendi kendini savunmayı tercih ederken, Arthur’un aslında artık savunulacak bir şey bulamadığını, tüm umutlarının tükenmiş olduğunu fark ediyoruz. Avukata hayır dediği an, onun insanî yanına ait son kalıntıları da gözlerimizin önünde yok oluyor. Arthur’un o mahkeme salonunda kendi kendini savunma isteği, bir reddediş, bir vazgeçiş, bir başkaldırı; aynı zamanda toplumun onu hiçbir zaman anlamadığını kabullenmenin soğuk bir yansıması oluyor. Artık Joker kimliğine giden yolda son engel, belki de insanî sıcaklığı hatırlatan son bağ, bizzat onun tarafından kesiliyor.
Arthur, yargının somut soğukluğuyla yalnız kalırken, kendi içinde bir yanıt bulmaya çalışıyor. Adaletin o idealize edilmiş yüzünün, toplumun üstüne bir zırh gibi taktığı yalancı bir maske olduğunu görüyor. Yargıcın sert bakışları, jüri üyelerinin kayıtsızlığı, cüppelerin karanlık, dalgalanan kumaşları arasında Arthur, adaletin aslında sadece kağıt üzerinde var olan bir yanılsama olduğunu idrak ediyor. Mahkeme salonundaki yüzler, artık Arthur için insan figürlerinden çok, onun toplum karşısında yaşadığı yalnızlığın şekil bulmuş hali gibi, onu sürekli daha derin bir boşluğa itiyor. O kalabalık içinde yalnız ve sahipsiz; suçlu veya masumdan öte, unutulmuş, anlamı olmayan bir gölgeye dönüşüyor.
Arthur’un Joker kimliğine doğru son bir adım attığı bu sahnede, avukatı reddetme anı, onun tüm insani bağlarını kopardığı an oluyor. Artık savunmasız, yalnız bir figür olarak mahkeme salonunun soğukluğuna terk ediliyor. İnsani yanlarından vazgeçmiş, tüm umutlarını arkasında bırakmış olarak, toplumun gözünde artık hiçbir değeri kalmadığını kabulleniyor. Arthur’un gözlerinden fışkıran yalnızlık, onun kaybedilen bir ruh olarak adaletin gri duvarlarında yankılanıyor.
Bu sahne, Joker kimliğine tam anlamıyla geçiş yaptığı, tüm insani bağlarını kaybettiği ve artık geri dönüşü olmayan bir karanlığa gömüldüğü an oluyor. Toplum Arthur’u mahkûm ederken, Arthur kendini yalnızca suça değil, kendi varoluşuna da ihanet etmiş biri olarak görüyor. Mahkeme salonunun ağır ve kasvetli atmosferinde, adaletin idealize edilmiş yüzü Arthur’un yalnızlığını daha da keskin bir hale getiriyor.
Arthur için artık geri dönüş yok; Joker kimliğine giden yolda mahkeme salonunun soğuk ışıkları altında, son insani yanları bile karanlığa gömülüyor.
Joker’in Anarşik Felsefesi ve Hukuki Çelişkiler
Arthur’un mahkeme salonunda avukatını reddedip kendi savunmasını üstlenme kararı, aslında Joker kimliğine geçişinin derinlemesine işlendiği en belirgin anlardan biri. Bu karar, Arthur’un artık Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemini değil, yalnızca kendi kaotik dünyasını ve Joker’in anarşik felsefesini savunduğunu gösteriyor. Toplumun değer yargılarına açık bir başkaldırı olarak okunabilecek bu sahne, karakterin içsel dönüşümünü gözler önüne sererken, aynı zamanda Amerikan hukuk sisteminin gerçeklerine meydan okuyan bir anlatım sunuyor.
Amerikan hukuk sistemine göre, her sanık Altıncı Değişiklik (Sixth Amendment) gereği adil bir yargılanma ve avukat hakkına sahiptir. Bu güvence, sanığın davasını yasal haklarla savunabilmesi için önemli bir temeldir. Özellikle zihinsel dengesizlik yaşayan veya ruh sağlığı sorgulanan sanıklar için, avukat desteği olmadan savunma yapma kararı ciddi bir ihmal olarak kabul edilir. New York Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CPL) Madde 330.10 uyarınca, zihinsel sağlık sorunu yaşayan bir sanığın, avukatsız yargılanması yasal bir ihlal oluşturur ve geçerli sayılmaz.
Arthur’un, avukatını reddederek bu karanlık yolda yalnız başına ilerleme kararı, filmde güçlü bir dramatik an yaratıyor; ancak bu tercihin hukuki açıdan sorunlu oluşu, sahnenin gerçekçiliğini zedeleyebilir. Zihinsel sağlık sorunları içinde derinleşen bir karakterin, mahkeme salonunda yalnız bırakılması, film izleyicisi için inandırıcılığı düşürmekle kalmaz; aynı zamanda hukuk sistemine ait eleştirileri gerçeklik zemininden uzaklaştırır.
Arthur’un savunmasızlığı ve sistem karşısında yalnız kalışı, Joker kimliğine geçişinin dramatik bir anlatımı olarak etkileyici olsa da, mahkeme sürecinin teknik gerçekleriyle çelişmesi, filmdeki hukuki doğruluk açısından eleştirilebilir. Bu çelişki, Arthur’un hikayesindeki anarşik felsefeye güç katarken, hukuk sistemiyle ilgili sorgulamaların eksik veya yüzeysel kalmasına yol açar.
Çürümüş Gotham ve Hukuki İhlaller
Arthur’un mahkeme salonuna Joker makyajı ve kostümüyle katılması, filmin en çarpıcı sembolizm anlarından birini yaratıyor. Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine doğrudan bir meydan okuma niteliği taşıyan bu sahne, Arthur’un artık toplumsal normlara tamamen yabancılaşmış ve Joker kimliğini içselleştirmiş bir figür olarak karşımıza çıkmasını sağlıyor. Joker’in kaotik ve anarşik dünyasına geçişinin en net göstergesi olan bu an, Arthur’un toplumun değer yargılarına karşı verdiği içsel savaşın somut bir yansıması olarak dikkat çekiyor. Fakat hukuki açıdan ele alındığında, bu sahne ciddi bir dizi ihlal ve çelişkiyi içinde barındırıyor.
New York Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CPL) Madde 260.20’ye göre, bir sanığın mahkemeye uygun, tarafsız kıyafetle katılması zorunludur. Sanığın kendi kimliğini maskeler ve sembollerle gizlemesi, mahkemenin otoritesine ve adaletin tarafsızlığına zarar verecek bir durum olarak değerlendirilir. Arthur’un Joker kimliğiyle mahkemeye çıkışı, Gotham’ın yozlaşmış yargı sistemini bir hicve dönüştürmek amacıyla kullanılsa da, yargıcın bu duruma tepkisiz kalması ve herhangi bir müdahalede bulunmaması, hukuki doğruluğu sarsarak sahnenin dramatik etkisini zayıflatıyor. Adaletin temel gereklilikleri ve tarafsızlığı hiçe sayıldığında, bu tür bir teatral temsilin sembolik gücü, hukuki gerçeklikten sapması nedeniyle yeterince güçlü bir yankı bulamıyor.
Bu sahneyle Arthur, toplumsal çürümenin, adaletin boşluğunun ve Gotham’ın işlevsizliğinin altını çizmek istese de, hukuki detayların göz ardı edilmesi izleyicinin gerçeklik algısını kırabilir. Mahkemeye Joker olarak katılması, Gotham’ın absürt ve kaotik yapısını açığa çıkarsa da, mahkeme sisteminin bu derece başıboş bırakılması, filmin sembolik anlatısını eksik bir noktaya taşıyor. Bu tür bir çelişki, Gotham’ın çürümüşlüğünü ve adaletin çarpıklığını simgesel olarak ifade etme çabası içinde, izleyiciyi sistemin gerçek yüzünden uzaklaştırarak dramatik etkiyi yüzeysel hale getiriyor.
Çarpık Adalet ve Tanık Sorgulama Sürecindeki Hatalar
Arthur’un mahkemede tanıkları sorguluyor olması, Amerikan hukuk sisteminin temel kurallarını çiğniyor. Federal Rules of Evidence (FRE) 611(b) uyarınca, tanık sorgulama yalnızca dava konusuyla sınırlı kalıyor. Ancak Arthur, kişisel ve dağınık sorular sorarak bu kuralı ihlal ediyor. Bu sahne, dramatik gerilim yaratmak amacıyla kullanılıyor olsa da, hukuki gerçekliği zayıflatıyor ve izleyiciyi sahnenin inandırıcılığından uzaklaştırıyor.
Hukuk sisteminde tanık sorgulama yetkisi, yalnızca avukatlara tanınıyor. Arthur’un bu yetkiyi kullanması, Gotham’ın adalet sistemine karşı bir eleştiri getirmeye çalışıyor. Ancak bu sahnede hukuki doğruluğun tamamen göz ardı edilmesi, Gotham’ın adalet sisteminin eksikliklerini
gözler önüne sermeyi amaçlıyor gibi dursa da, sahnenin duygusal derinliğini zayıflatıyor ve inandırıcılığını kaybettiriyor.
Filmde Arthur, tanıkları sorguluyor ve hukukun çizdiği sınırları bilinçli olarak ihlal ediyor. Gotham’ın adaletine karşı anarşik bir duruş sergileyerek bu süreci Gotham’ın çürümüş adalet sistemine karşı bir tepki olarak sunuyor, fakat yasal doğruluğu göz ardı ettiği için sahnenin dramatik etkisini tam olarak yansıtamıyor.
Teatral Bir Mahkeme Parodisi
Arthur’un Joker kimliğiyle mahkemeye çıkması ve kendi savunmasını yapma isteği, Gotham’ın adalet sisteminin yüzeysel ve yozlaşmış bir gösteriye dönüştüğünü güçlü bir şekilde simgeliyor. Mahkeme salonundaki yargıcın kayıtsızlığı, avukatların etkisizliği ve mahkeme sürecinin teatral bir parodiye indirgenmiş olması, adaletin gerçek anlamını yitirdiğini açıkça ortaya koyuyor. Arthur’un Joker kimliğinde savunma yapma talebi, Gotham’ın çürümüş değerlerine karşı meydan okuyuşunu temsil ederken, aynı zamanda baskıcı düzenin karakter üzerindeki yıkıcı etkilerini çarpıcı biçimde yansıtıyor.
Mahkeme sahneleri, Gotham’ın çürümüş toplumsal yapısını gözler önüne sererken, şehirdeki adaletin yalnızca bir yanılsamadan ibaret olduğunu gösteriyor. Fakat bu sahnenin içerdiği hukuki tutarsızlıklar ve mantık hataları, dramatik etkiyi tam anlamıyla hissettirmekten alıkoyuyor. Mahkeme kurgusu, izleyiciye Arthur’un karmaşık iç dünyasına girme fırsatı sunsa da, hukuki gerçeklikten uzaklaşan anlatım tarzı, sahnenin duygusal etkisini zayıflatıyor ve izleyicinin karakterle bağ kurmasını zorlaştırıyor. Bu noktada, mahkeme sürecinin bir adalet arayışından ziyade, sistemin köhneleşmiş yapısının içsel bir eleştirisi olarak sunulduğu izlenimi oluşuyor.
Bir Dönüşüm Anı
Arthur’un mahkemede Joker kimliğini reddetmesi, filmin en çarpıcı anlarından biri olarak öne çıkıyor. İlk filmde Joker kimliğini bir güç simgesi, bir kurtuluş yolu olarak kucaklayan Arthur, bu devam filminde o kimliğin ağırlığını omuzlarında bir yük gibi hissetmeye başlıyor. Joker kimliğini terk etme arzusu, Arthur’un kendini yeniden tanımlama, kendi içsel huzurunu bulma ve toplumla olan savaşını dindirme arzusunu açığa çıkarıyor. Ancak sahnede vuku bulan ani patlama, Gotham’ın çürümüş adaletine bir meydan okuma olarak yorumlanırken, Arthur’un Joker kimliğini gerçekten bırakıp bırakmadığına dair bir belirsizlik yaratıyor. Bu sahne, Arthur’un yalnızca Joker kimliğine değil, hayatını kuşatan toplumsal çürümüşlüğe, haksızlıklara ve baskılara karşı bir tepki olarak izleyiciyi etkisi altına alıyor.
Patlama, Arthur’un içsel çatışmasının doruk noktasını simgeliyor ve Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine karşı en net başkaldırı olarak sahnede parlıyor. Arthur, Joker kimliğiyle sürdürdüğü bu karmaşık ilişkisini bir yanda bırakamazken diğer yanda özgürlüğüne kavuşmayı arzular; bu ikilem, Gotham’ın adalet illüzyonuna karşı bir protestoya dönüşüyor. İlk filmdeki Joker kimliği, Arthur’a güç vermiş, toplumun sınırlarından sıyrılmasını sağlamışken, ikinci filmde bu kimlik artık onu zincirleyen, onu kendi içinde bile bölmeye başlayan bir karanlığa dönüşüyor.
Arthur’un kimliğini sorguladığı bu sahne, yalnızca bir bireyin içsel dönüşümü değil, aynı zamanda Gotham’ın çürümüş ve taraflı düzenine karşı bireyin varoluşsal bir savaşını da simgeliyor. Patlama anı, Arthur’un Joker kimliğinden kurtulmak istese de toplumsal adaletsizliklerle bütünleşmiş ruhunu tam anlamıyla bırakıp bırakmadığına dair keskin bir soruyla izleyiciyi baş başa bırakıyor. Bu, Arthur’un sadece toplumla değil, kendi varlığıyla ve Joker kimliğiyle giriştiği kaçınılmaz bir hesaplaşma, Joker kimliğinin altında ezilen insan ruhunun bir yansıması olarak derin bir etki bırakıyor.
Ruh Sarsıcı Gölgeler
Arthur’un mahkemede Joker kimliğini reddetmesi, onun içsel dünyasında fırtınalar koparan bir dönüm noktası olarak öne çıkar. İlk filmde Joker kimliğiyle hayatta bir anlam bulmuş gibi görünen Arthur, bu devam filminde bu kimliğin kendi ruhunu giderek karartan, ağır bir gölgeye dönüştüğünü fark etmeye başlıyor. Joker’in anarşik, kaotik ve başkaldıran cazibesi, ona bir güç ve özgürlük hissi vermişti; ancak şimdi, bu kimlik Arthur için hapsolduğu bir aynaya, içinde kaybolduğu derin bir gölgeye dönüşüyor. Joker’in nihilist ve kışkırtıcı duruşu, Arthur’u kendi kimliğinden uzaklaştıran bir yüz olarak beliriyor; bu kimlikteki vahşet ve kaos, Arthur’un özünden koparılmış bir ruh gibi hissetmesine neden oluyor.
Mahkemede yaşanan bu kritik an, Arthur’un kendini yeniden tanımlama, kendi içindeki karmaşadan kurtulup yeniden bir anlam bulma arzusunun tezahürüdür. Fakat Gotham’ın çürümüş adalet sistemiyle burun buruna gelmek, Arthur’un içsel kaosunu daha da derinleştiriyor, onun Joker kimliğiyle olan bağını koparma çabasını yıkıcı bir içsel çatışmaya dönüştürüyor. Joker kimliğini reddetmesi, Arthur için bir özgürleşme, onu kendine yabancılaştıran bu maskeden kurtulma isteği gibi gözükse de, Gotham’ın hastalıklı toplum yapısı karşısında çaresiz bir figür olarak kalışı, bu sahnenin altındaki trajediyi daha da pekiştiriyor. Onun bu kararı, aynı zamanda Gotham’ın yozlaşmış düzenine ve sahte adaletine karşı açılan bir isyan gibi de algılanıyor; ancak şehir, Arthur’u her seferinde daha derin bir uçuruma çekerek kendine hapsediyor.
Arthur’un Joker kimliğiyle olan bu kırılgan bağı çözmeye çalışması, onun için kaotik bir labirente dönüşüyor. Her çıkış arayışı, onu daha da karanlığa çekerken, toplumsal adaletsizliklerle boğuşan bir birey olarak özgürlüğünü yeniden bulma mücadelesi, Gotham’ın soğuk, kayıtsız duvarlarında yankılanıyor. Joker kimliğini reddedişi, onun özgürlüğe doğru bir adım atmak isteği iken, Gotham’ın yüzleşemediği çarpıklıkları ve insan ruhunu yıpratan düzeni içinde, bu arayış trajik bir çıkmazın somut bir yansımasına dönüşüyor. Arthur’un kendini yeniden inşa etme çabası, artık yıkıcı bir ironiyle, Gotham’ın çarpıklıklarıyla kesişen, onu toplum tarafından terk edilmiş bir ruha dönüştüren, kaçınılmaz bir sona doğru ilerliyor.
Gary Puddles: Gotham’ın En Alttakiler Arasında Kalan Dostluk
İlk filmde Gary Puddles, Arthur’un iş arkadaşlarından biri olarak Gotham’ın karanlık ve zorlayıcı ortamında ona karşı nazik bir duruş sergileyen, nadir insanlardan biri olarak karşımıza çıkıyordu. Fiziksel olarak dezavantajlı olan Gary, Arthur’un zorlandığı anlarda ona destek veren, karakterinde sakinliği ve masumiyeti barındıran bir dosttu. Arthur’un iş yerinde sıkça maruz kaldığı zorbalıklara rağmen Gary’nin gösterdiği içtenlik ve sadakat, Arthur’un içinde hâlâ insani duygular barındığını hissettiriyordu. Joker kimliğini benimsediği dönüşüm sürecinde dahi, Arthur’un Gary’i öldürmemesi, onun masumiyetine duyduğu bir saygıyı ve bir parça da olsa içinde kalan insani tereddüdü yansıtıyordu.
İkinci film, Joker: Folie à Deux, Arthur’un Joker kimliğini tam anlamıyla kabullendiği, Gotham’ın sert ve yozlaşmış adalet sistemine karşı tek başına durduğu bir dönemi anlatırken, Gary Puddles karakteri Arthur’un mahkemede yargılandığı sahnelerde kısa bir süreliğine görülüyor. Bu sınırlı varlığıyla Gary, Arthur’un geçmişinde kalan insani bağları ve artık kopmuş olan dostluklarının temsilcisi olarak bir anlık beliriyor. Ancak bu an, Arthur’un artık yalnızca Joker kimliğine tutunarak çevresindeki herkesten ve her şeyden koptuğunu, dostluk ve insanî bağlardan tamamen yalıtıldığını daha da belirginleştiriyor.
Gary’nin mahkemedeki varlığı, Gotham’ın karanlık dokusunda dahi bir umut ışığı olabilecek dostlukların ve insani bağların da tükendiğini ifade ediyor. İlk filmde Arthur için bir dostluk simgesi olan Gary, ikinci filmde yalnızca geçmişten bir iz olarak mahkemede yer alıyor; Joker’in yalnızlığını, toplumun ötekileştirdiği bireylerin tamamen izole edilişini vurguluyor. Gary’nin mahkemedeki sessiz varlığı, Arthur’un Joker kimliğini daha da keskinleştirirken, Gotham’ın en alt tabakasındaki dostluk kırıntılarının bile tükendiğini ve Arthur’un yalnızlık yolculuğunun tamamlandığını güçlü bir şekilde hissettiriyor.
Thomas Wayne’in “Trump” Etkisi
İlk filmde Arthur’un hikayesi, Gotham’ın sınıfsal uçurumlarını açık bir dille gözler önüne sererken, Thomas Wayne, elitlerin halkı baskılayarak koruduğu ayrıcalıklı güç yapısını temsil eden bir figür olarak beliriyor, adeta bir “Trump” karakterine bürünüyordu. Arthur’un Wayne’in oğlu olabileceği yönündeki ima, Gotham’ı yalnızca kaotik bir şehir olarak değil, sınıfsal ve ahlaki uçurumlarıyla iki dünya arasında bir mücadele alanı olarak yeniden tanımlıyordu. Gotham’ın seçkin ve gösterişli yüzü, Arthur’un yoksulluk içindeki yaşantısıyla çelişirken, Todd Phillips Thomas Wayne karakteri aracılığıyla toplumdan kopmuş ve halkın sorunlarına yabancılaşmış bir elit kesimin simgesini yaratıyordu. Wayne’in kibirli tavırları ve halka olan mesafesi, yozlaşmış adalet sistemini ve gücü elinde tutanların yüzeydeki alaycı duruşlarını ortaya koyarak Arthur’un içsel isyanını besliyordu. Wayne’in Gotham üzerindeki baskıcı ve umursamaz hakimiyeti, yalnızca Arthur’un kişisel trajedisine değil, Gotham’ın toplumsal yapısına da güçlü bir eleştiri getiriyordu.
Ancak ikinci film, Folie à Deux, bu toplumsal eleştiriyi geri planda bırakıyor; Thomas Wayne ve onun gibi elit figürlerin eksikliği, Gotham’ın bu geniş sosyo-politik dokusunu zayıflatıyor. Wayne ailesinin yokluğu, Arthur’un içsel çatışmalarını toplumsal bir çerçeveden çıkarıp Arkham Asylum’un soğuk ve izole duvarları arasına hapsediyor. Thomas Wayne gibi güçlü bir figürün yokluğunda, Gotham’ın toplumsal yapısının derinliklerine inilmeden Arthur’un trajedisi bireysel bir sıkışmışlık anlatısına dönüşüyor. Bu eksiklik, Gotham’ın sembolik bir sınıfsal ayrışma ve adaletsizlik simgesi olarak işlenmesine engel oluyor ve Arthur’un yalnızlığını toplumsal bağlamdan koparıyor. Gotham’ın çürümüş yapısının temellerine inme fırsatının kaçırılması, izleyiciye Arthur’un hikayesiyle Gotham’ın daha geniş bağlamı arasında daha sığ bir bakış açısı sunarak, karakterin kişisel çöküşünü sosyal ve politik bir bağlamda daha derin bir anlamla ele alabilme fırsatını yitiriyor.
Wayne Ailesi’nin Yokluğu: Gotham’ın Gizli Gerçeği
İlk filmde Bruce Wayne’in çocuk olarak sunulması, Gotham’ın geleceğinde adaletin temsilcisi olacak bir umudu simgeliyordu. Arthur’un Joker kimliğine adım atışıyla birlikte Bruce’un gelecekteki Batman kimliği arasında oluşabilecek olası gerilim, Gotham’ın derinliklerinde yankılanan büyük bir ahlaki ve toplumsal çatışma olarak işlenmişti. Todd Phillips, kırılgan ve savunmasız bir çocuk olan Bruce Wayne’i Arthur’un rahatsız edici varlığıyla yan yana getirerek, ileride adaletin ve kaosun zıt kutuplarında yer alacak bu iki figür arasında ince bir bağın ipuçlarını veriyordu. Bu karşılaşma, Bruce’un ileride babasının elitist ve dışlayıcı değerlerine karşı koyarak Gotham’ı kurtarma amacı taşıyan bir kahramana dönüşebileceğini ima ediyordu. Gotham’ın çürümüş ve kaotik yapısına karşı genç Bruce’un adalet arayışı, şehirdeki ahlaki ikilemleri daha derinlemesine keşfederek Arthur’un bireysel trajedisini Gotham’ın daha geniş tarihine bağlayan güçlü bir anlatı yaratma potansiyeline sahipti.
Ancak Folie à Deux, Wayne ailesini tamamen anlatıdan çıkararak bu karmaşık bağı koparıyor ve Gotham’ın ahlaki yapısının derinliğini kaybettiriyor. Gotham, Arthur’un Joker kimliğini yeniden keşfetmeye çalıştığı bireysel bir mücadele alanına dönüşüyor; toplumsal ve ahlaki çelişkiler, Wayne ailesinin eksikliğiyle, Gotham’ın ruhundan uzaklaşıyor. Wayne ailesinin yokluğunda, Gotham’ın çürümüşlüğünü ve adalet arayışını sembolik bir figür olarak Harvey Dent üstleniyor. Ancak bu eksiklik, şehrin içsel çatışmalarını daha yüzeysel bir anlatıya dönüştürerek Gotham’ın toplumsal ikilemlerini ve Joker’in kaotik dünyası ile Batman’in adalet arayışı arasındaki karmaşık dinamiği yalnızca simgesel bir çerçeveye indiriyor.
Arthur’un bireysel yolculuğunda daha sağlam bir zemin yaratabilecek bu bağlantının eksikliği, Gotham’ın karanlık dünyasının derinliklerinde yatan ahlaki çatışmaların ve adalet-kaos arasındaki savaşın yüzeyde kalmasına neden oluyor. DC evreninin zengin mirası, Gotham’ın dokusunda kaybolarak, Arthur’un hikayesinin toplumsal bir yankı bulmasını ve Gotham’ın tarihindeki karmaşık ilişkileri daha etkili bir şekilde yansıtmasını zorlaştırıyor. Böylece, Wayne ailesinin yokluğu, Gotham’ın daha derin bir ahlaki eleştiri zemininden yoksun kalmasına yol açarak, Arthur’un trajedisini yalnızca bireysel bir çöküş olarak sınırlandırıyor.
Harvey Dent ve Gotham’ın Çifte Yüzlülüğü
Harvey Dent, Gotham’ın adalet perdesinin ardında saklanan çürümüş yapısını ve toplumun yüzeye çıkmamış ikiyüzlülüğünü yansıtan güçlü bir sembol olarak beliriyor. Yüzündeki iki yönlü deformasyon, Gotham’ın adalet sistemine işlemiş olan gizli düzenleri, yozlaşmış ittifakları ve sahte ahlaki değerleri temsil eden çarpıcı bir metafor niteliğinde. Adaletin yüzü olarak görünen Dent, aslında Gotham’ın derinlerine inildikçe ortaya çıkan çelişkili bir yapının, ikiyüzlü bir düzenin yansıması olarak sahnede yer alıyor. Gotham’ın adalet maskesinin ardındaki yozlaşmayı ve kirli ittifakları işaret eden bu karakter, adaletin temsilcisi gibi görünse de, yüzeyin hemen altındaki çelişkileri ve ahlaki karmaşayı ifşa ediyor. Ancak, hikayede Dent’in karakterine daha fazla derinlik kazandırılmaması, Gotham’ın adalet anlayışının gerçek yüzünü gösterme potansiyelini tam anlamıyla kullanılamaz hale getiriyor.
Folie à Deux ise Dent’in bu çifte karakterini yalnızca yüzeyde ele alıyor ve Gotham’ın adalet kavramının ardına gizlenmiş gerçek çürümüşlüğünü daha derinlemesine inceleyebilecekken, bu fırsatı kaçırıyor. Gotham’ın adalet maskesi ardındaki çürümüş yapıyı, Dent’in trajedisiyle daha derin bir bağ kurarak ele almış olsaydı, Arthur’un hikayesi yalnızca bireysel bir çöküş olmaktan çıkar, toplumsal aymazlığa ve vicdansızlığa karşı güçlü bir çığlığa dönüşebilirdi. Gotham’ın adalet ve ahlaki karmaşa içinde boğulmuş düzenini Dent’in ikiyüzlü karakteriyle daha yoğun bir şekilde işleyebilseydi, şehirdeki derin çelişkiler Arthur’un bireysel trajedisini toplumsal bir yankıya dönüştürebilirdi. Dent, Gotham’ın yozlaşmış elitlerinin ve kayıtsız halkının bir yansıması, adaletin sahte maskesini yüzeye çıkaran bir ayna olarak sunulsaydı, Arthur’un hikayesi yalnızca bireysel bir dram değil, toplumun yozlaşmış değerlerine karşı bir başkaldırı, bir isyan haline gelebilirdi.
Bu eksiklik, Gotham’ın kirli çelişkilerini Dent’in iki yüzlü karakteriyle daha iç içe işleme potansiyelini daraltıyor ve Arthur’un hikayesinin yalnızca kişisel bir düşüş olarak değil, toplumun adalete ve ahlaka dair kayıtsızlığını sorgulayan bir destana dönüşmesini engelliyor.
Debra Kane ve Gotham’ın Acımasız Yüzü
Debra Kane, Gotham’ın soğuk, acımasız gerçekliği içinde hayatta kalmaya çalışan kırılgan fakat dirençli bir figür olarak sahnede beliriyor. Arthur Fleck’in trajik hikayesine gömülü bu karakter, Gotham’ın çürümüş ve yozlaşmış toplumsal düzeninin kurbanlarından biri olma potansiyeline sahipken, bu fırsat anlatı boyunca tam anlamıyla değerlendirilemiyor. Gotham’ın eşitsizliklerle dolu yapısı, adalet sisteminin acımasızlığı ve sınıfsal uçurumların zorluğu, Debra’nın kişiliğinde yankı bulabilirken, karakterin içsel çatışmaları anlatıda yüzeysel kalıyor. Debra, hem Arthur’un yalnızlığına bir yansıma olabilecek hem de şehrin alt sınıflarının günlük yaşamındaki umutsuzluğu görünür kılabilecek bir araçken, anlatı onun karakterini derinlemesine ele alarak Gotham’ın karanlık dokusuna katkı sağlamaktan çekiniyor.
Debra’nın varlığı, Arthur’un ruhsal çöküşüne bir ayna tutarken, Gotham’ın arka sokaklarında, sistemin dışında kalanların ne kadar göz ardı edildiğini de simgeliyor. Elit kesim tarafından görülmeyen bu kayıp ruh, Gotham’ın adalet sisteminin dışladığı, toplumun sahipsiz bırakılmış seslerinden biri. Arthur, Joker kimliğine doğru ilerlerken, Debra, ona hem bir uyarı işareti hem de bir yoldaş olarak duruyor; ancak aynı zamanda Arthur’un karanlık yolculuğunu hızlandırabilecek, onun içsel dönüşümüne daha derin anlam katabilecek nitelikte bir katalizör olma potansiyeline de sahip.
Folie à Deux, Debra’nın Gotham içindeki zorlu yaşam mücadelesini ve Arthur ile olan etkileşimini yeterince ortaya koymuyor; onu hikayede yalnızca bir arka plan unsuru olarak bırakıyor. Debra, Arthur’un trajedisinde bir yankı ya da bir direnç figürü haline gelebilecek iken, anlatı bu katmanı derinleştiremiyor. Eğer Debra, Gotham’ın kaybolmuş sesleri adına bir çığlık olabilseydi, Arthur’un Joker kimliğine geçiş süreci yalnızca bireysel bir trajedi değil, çok daha sert bir toplumsal eleştiri haline dönüşebilirdi.
Debra Kane, Gotham’ın dışlayıcı adalet maskesi ardındaki çürümüş yapıya ve şehrin duyarsız yüzüne karşı direnen bir ses olarak çok daha güçlü bir etki yaratma potansiyeline sahip. Gotham’ın sert, duyarsız ortamında, Debra’nın sesi Arthur’un Joker kimliğine geçiş sürecinde güçlü bir yankı ya da sarsıcı bir çığlık olabilirdi. Ancak Folie à Deux, Debra’nın bu potansiyelini tam anlamıyla kullanamıyor ve Debra, şehrin karanlık köşelerinde kaybolan bir fısıltıya dönüşüyor. Eğer Debra, Arthur’un hikayesine Gotham’ın acımasız adaletsizliğine direnen bir sembol olarak eklemlenebilseydi, Arthur’un mücadelesi çok daha güçlü, çok daha derin bir toplumsal mesaj taşıyan, kalıcı bir etki yaratabilirdi.