
Daily Strange’den Merhaba!
Bu incelemede, Todd Phillips’in iki Joker filmi olan 2019 yapımı Joker ve beş yıl sonra gelen Joker: Folie à Deux (2024) arasında derin bir yolculuğa çıkıyoruz. Aynı evrende geçmelerine rağmen bu iki film, zıt vizyonları temsil ediyor ve her biri kendine özgü temalar, karakter incelemeleri ve estetiklerle dolu. İlk filmde, Gotham’ın umutsuz sokaklarında mücadele eden bir dışlanmış olarak Arthur Fleck’in Joker kimliğine trajik geçişine tanık oluyoruz. İkinci filmde ise Joker, tamamen kendi yarattığı dünyada hüküm süren teatral bir figür olarak karşımıza çıkıyor ve karanlığı kendine ait bir sahneye dönüştürüyor.

Uyarı: Spoiler İçerir! ⚠️
Eğer iki filmi de izlediyseniz ya da spoiler’ları okumaktan çekinmiyorsanız, bu derinlemesine analizimize başlamaya hazır olun!
Uyarı: Spoiler İçerir! ⚠️
Arthur Fleck’in Çöküşü ve Toplumsal Yabancılaşma
Todd Phillips’in Joker filmleri, aynı evrende geçen iki farklı dünyayı seyirciye sunuyor. İlk film, Arthur Fleck’in Gotham’ın kasvetli sokaklarında Joker’e dönüşümüne odaklanırken, ikinci film Joker’i tamamen kendi sahnesini yöneten teatral bir ikon olarak tanıtıyor. Bu iki film, Joker’in çok yönlülüğünü ortaya koyarak onu hem toplumsal bir başkaldırı sembolü hem de karmaşık bir bireysel ikon olarak resmediyor.
2019 yapımı Joker, toplumun kenarına itilmiş, yalnız bir adam olan Arthur Fleck’in Gotham şehrinin acımasız ve karanlık atmosferinde Joker kimliğine adım adım sürüklenmesini anlatıyordu. Gotham, her köhne binası, gölgeli sokakları ve kasvetli havasıyla adeta Arthur’un içsel acılarının bir yansımasıydı. Joaquin Phoenix’in olağanüstü performansı, Arthur’un topluma duyduğu derin yabancılaşmayı ve giderek daha da yalnızlaşan ruh hâlini öyle etkili yansıtıyordu ki, izleyiciyi karakterin içsel çöküşüne birebir tanık ediyordu. Arthur’un zoraki kahkahaları, toplum tarafından reddedilmenin acı dolu yankısı gibi, derin bir travmanın dışavurumuydu. Bu kahkahalar, onun toplum tarafından göz ardı edilişinin ve yalnızlığının birer yankısıydı. Arthur, toplumdan gördüğü bu dışlanma sonucunda adeta bir başkaldırı sembolüne dönüşmek zorunda kalıyordu; Joker kimliği, Arthur için içsel acılarını haykırdığı bir kalkan, bir kaçış yolu oluyordu.
Phillips, Gotham’ın kasvetini dar açılar ve koyu tonlarla yansıtarak izleyiciyi Arthur’un giderek daralan dünyasına çekiyor, bu atmosferi daha etkileyici kılmak için Hildur Guðnadóttir’in melankolik müziğinden faydalanıyordu. Arthur’un her adımı onu Joker kimliğine daha da yakınlaştırırken, Gotham’ın sunduğu umutsuzluk ve kasvet atmosferi Arthur’un içsel çatışmasını daha derin bir hâle getiriyordu. Film, toplumsal baskılar ve bireyin içsel çöküşü üzerinden Joker’in doğuşunu ele alarak güçlü bir toplumsal eleştiri sunuyordu.
Arkham Asylum’un Sınırlarında Anarşi ve Teatral Bir Joker
Joker: İkili Delilik ise Arthur’un Joker kimliğini tamamen farklı bir boyutta ele alıyor. Bu kez Joker, Gotham’ın kaotik sokaklarından koparak Arkham Asylum’un steril ve klostrofobik ortamında bağımsız, teatral bir figür olarak hüküm sürüyor. Burada Joker, anarşist bir sembolden çok, kendi kurallarını koyan ve sahnede bireysel bir estetik ifade yaratan bir sanatçı kimliği kazanıyor. Artık Joker, topluma başkaldıran bir figür olmaktan ziyade, kendine ait kurallarla varlık bulan, sanatsal bir performansa dönüşmüş durumda. Bu kez Gotham’ın çürümüş sokaklarının yerini alan steril ortam, Joker’in bireysel ve bağımsız bir karakter olarak parlamasına olanak tanıyor.
Phillips, Joker’in teatral dünyasını geniş açılar ve durağan kamera kullanımıyla yansıtarak karakterin sahnede güçlü bir varlık kazanmasını sağlıyor. Joker, artık her hareketiyle sanatsal bir ifade yaratıyor; Joker’in bu yeni estetik evreninde, Harley Quinn de yalnızca onun persona’sını tamamlayan bir gölge olarak kalıyor. Lady Gaga’nın teatral bir dokunuşla canlandırdığı Harley, Joker’in dünyasında dekoratif bir figür olarak yer alıyor; karakterin derinliği yüzeyde kalıyor, Joker’in bireysel estetik dünyasında yalnızca bir tamamlayıcı rol oynuyor.
Müzikal anlamda ise Guðnadóttir’in müziği burada Joker’in teatral yapısını destekleyen bir arka plan olarak işleniyor. Bu filmde müzik, Joker’in içsel çatışmalarını yansıtmak yerine, sahne performansını tamamlayan bir unsur olarak sunuluyor. Bu durum, Joker’i toplumsal bir bağdan kopararak bireysel bir sanatçı ve estetik figür olarak konumlandırıyor. Böylece Joker, bireysel estetik dünyasında kendi kurallarını koyan ve sahneleyen bir figür hâline geliyor.
Bu tematik değişim, Joker’in dans sahnelerinde de kendini gösteriyor. İlk filmde Arthur’un Gotham sokaklarındaki dans sahnesi, başkaldırının bir sembolü olarak karşımıza çıkmıştı. Gotham’ın dar ve kirli merdivenlerinde Rock and Roll Part 2 eşliğinde dans eden Arthur, ilk defa kendini özgür hissediyor ve topluma meydan okuyordu. Ancak Joker: İkili Delilik filminde Joker’in dansı artık bir başkaldırı simgesi olmaktan çıkıyor. Harley Quinn ile birlikte sahnelenen bu danslar, Joker’in bireysel estetik dünyasında özgürlüğünü sanatsal bir ifadeye dönüştürdüğünü yansıtıyor. Joker, artık topluma meydan okuyan bir figür değil; bireysel bir sanatçı kimliğiyle kendini sahneleyen bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.
Joker: İkili Delilik, Joker karakterini toplumsal bağlarından kopararak bireysel bir figür ve sahne sanatçısı olarak yüceltiyor. Gotham’ın sokaklarında dolaşan bir başkaldırı figürü olmaktan çıkıp Arkham Asylum’un steril duvarları arasında kendi kurallarını koyan bağımsız bir karaktere dönüşüyor. Harley Quinn ise bu evrende Joker’in teatral estetik dünyasında yalnızca bir tamamlayıcı unsur olarak kalıyor. Bu film, Joker’i sahnede hüküm süren bir ikon olarak sunarken, karakterin toplumsal bağlamını ve eleştirel derinliğini daha geri planda bırakıyor. İlk filmde toplum tarafından dışlanmış ve nihayetinde bir başkaldırı sembolüne dönüşmüş olan Joker, ikinci filmde kendine ait bir evrende sanatsal bir performans figürü hâline gelerek izleyiciyle daha zayıf ama estetik bir bağ kuruyor.
Saplantı ve Yıkım: Joker ve Harley’nin Karanlık Yolculuğu
Joker: Folie à Deux, Todd Phillips’in Joker ve Harley Quinn’i aşk ve deliliğin en uç noktalarında, kaosun tam ortasında buluşturduğu bir evren sunuyor. Bu filmde aşk, geleneksel sınırların tamamen yıkıldığı, saplantı ve yıkımın birbirine karıştığı karanlık bir dansa dönüşüyor. Phillips, izleyiciyi Joker’in zihninin çatırdamalarına yaklaştırmak için kasvetli tonları, “grotesque” (iğrenç ama bir o kadar da büyüleyici) ayrıntıları ve titizlikle seçilmiş “mise-en-scène” (sahne düzenlemesi) unsurlarını ustalıkla kullanarak seyirciyi adım adım karanlığın içine çekiyor.
Filmin hemen başında Phillips, Joker ve Harley’nin çarpık ilişkisini sanatsal bir dokunuşla şekillendiriyor ve aşkın yıkıcı yüzünü gösterme amacıyla oldukça cesur sahneler sunuyor. Arthur’un zihnindeki kaos, Harley Quinn’in savunmasız ruhuyla birleştiğinde, bu iki karakter arasında, her an kontrolden çıkabilecek tehlikeli bir kimya hissediliyor. Harley, Joker’in deliliğini “embrace” (kabullenme) ederken, Joker, onun saplantısını bir tür güç kaynağı olarak kullanıyor. Bu noktada izleyici, aşkın en yıkıcı hâline tanıklık ediyor: sevgi, iki karakter arasında derin bir “codependency” (karşılıklı bağımlılık) yaratıyor, ama bu bağımlılık, onları iyileştirmekten ziyade, içsel bir yok oluşa sürüklüyor.
Ancak, Harley Quinn karakterinin Joker’in yanında kimi zaman sönük kaldığını ve beklenen duygusal derinliği taşımadığını hissetmek zor değil. Joker’in karanlık dünyasında Harley’nin yeri, derinlemesine işlenmeyen bir “decorative” (estetik tamamlama) unsuru gibi kalıyor ve bu durum, filmde iki karakterin kimyasını tam olarak hissetmeyi zorlaştırıyor. Phillips’in Joker ve Harley’nin ortak sahnelerinde yakalamayı amaçladığı o içsel çatışma ve saplantı gücü, zaman zaman yüzeysel kalıyor. Birçok sahnede bu ikilinin yıkıcı bağı ve Harley’nin Joker’e olan saplantılı sevgisi, daha derin bir dram potansiyeli taşısa da, anlatımın bazı anlarda yüzeyde kalması, filmin en güçlü sahnelerinin tam anlamıyla parlamasını engelliyor.
Phillips’in sanatsal risk alma tutkusu ve deneyselliği, filmi hem cesur kılıyor hem de eleştirilere açık bir hâle getiriyor. Yönetmenin, anlatıyı çarpıcı bir “psychodrama” (psikolojik dram) olarak şekillendirme çabası takdire şayan olsa da, film boyunca bu sanatsal denemeler zaman zaman anlamın dağılmasına neden oluyor. Phillips, kimi sahnelerde deneyselliği fazla zorlayarak, dramatik yapıyı zayıflatan anlar yaratıyor. Örneğin, bazı diyaloglarda veya Harley’nin Joker’e olan bağlılığını vurgulayan sahnelerde, daha fazla derinlik beklentisi içinde olan izleyici, aradığı duygusal yoğunluğu bulamayabiliyor.
Filmin karanlık ve karmaşık atmosferi, Phillips’in cesur yönetim anlayışını yansıtırken, izleyiciyi Harley ve Joker’in saplantılı aşkı ile yıkım arasındaki yolculuğa çekiyor. Harley Quinn’in Joker ile olan ilişkisi, sevginin sınırlarını aşan, tehlikeli bir bağlılık olarak sunuluyor. Bu ilişki, “toxic love” (toksik aşk) kavramının sinemadaki en uç örneklerinden birini oluşturuyor. Harley’nin Joker’in deliliğine kapılması ve bu deliliğe tutku dolu bir teslimiyetle bağlanması, filmde izleyiciye çarpıcı bir görsel ve duygusal deneyim sunuyor. Ancak, karakterlerin karmaşık yapısının tam anlamıyla işlenememesi, bu ilişkinin yarattığı psikolojik derinliğin tam olarak yansıtılamamasına neden oluyor. Harley’nin Joker’in dünyasında sadece bir “accessory” (tamamlayıcı figür) olarak kalması, ilişkinin dramatik ağırlığının eksik hissedilmesine yol açıyor.
Joker: Folie à Deux, her şeye rağmen karanlık bir aşk hikâyesinin izleyicinin zihninde derin izler bırakabileceğini gösteriyor. Phillips, sanatsal riskler alarak izleyiciye farklı bir deneyim sunmaya çalışırken, bu çabalar filmde hem gücünü hem de zayıflığını oluşturuyor. Phillips’in Joker ve Harley’nin ilişkisinde yakaladığı karanlık atmosfer, izleyiciyi içine çekerken, kimi sahnelerde dramatik derinliği sağlayamaması, bu karanlık aşk hikâyesinin daha yoğun bir anlatım kazanmasını engelliyor. Ancak, Phillips’in aldığı bu riskler, geleneksel aşk hikâyelerinin ötesinde bir “tragic love story” (trajik aşk hikâyesi) sunmayı başararak cesur ve farklı bir anlatı arayışı olarak iz bırakıyor.
Bundan sonra okuyacaklarınız, sizi Joker’in soğuk parmaklıklar ardına hapsedilmiş, akıl alıcı parmaklıklar arasında sıkışmış ve mahkeme salonlarının ağır duvarları arasına gömülmüş ezici bir karanlığa çağırıyor. Sahne ağır ağır açılırken Gotham, her köşesi sırlarla dolu bir bilmeceden, çürüyen ruhların izleriyle bezeli, sonsuz bir kabusa dönüşüyor. Arthur’un akıl hastanesinde yankılanan adımları, onu her adımdan sonra şehri dipsiz bir uçuruma doğru sürüklüyor. Gotham artık yalnızca bir şehir değil; Arthur’un parçalanmış ruhunun kırık aynası, içindeki boşluğun derinleşen bir yansıması haline geliyor.
Bu yavaş çözülme, görünmeyen bir kabusun gölgeleri arasında ilerliyor: Arthur Fleck’in zihnindeki kaos, Gotham’ın çürüyen kalbiyle örümcek ağı gibi birbirine dolanıyor. Nerede başlıyor, nerede bitiyor bu hikâye? Bu gerçekten Arthur’un öyküsü mü, yoksa Gotham’ın da paylaştığı karanlık bir yanılgı mı? Cevap, bilinmeyenin derinliklerinde mi gizli, yoksa yüzeyin hemen altındaki bir fırtına bizi daha da derin bir uçuruma mı çağırıyor?
Harley Quinn ve Joker… Karanlığın içine mıhlanmış iki kayıp ruh. Birbirlerini tamamlayan mı, yoksa birbirini tüketen mi? Aşk burada uzak bir yankı, erişilmez bir düş gibi. Harley’nin arzusu bir serap mı, yoksa Joker’in deliliğinde kaybolan bir fısıltı mı? Sahne hiçbir yanıt vermez, yalnızca daha derinleştirir. Rüyaya hapsolmak mı, yoksa o rüyadan uyanmak mı? Bu soruya hangi cesur yürek cevap arayacak?
Sert ışıkların altında bir akıl hastanesi… Arthur’un yüzü gölgelerin arasından belirmeye başlıyor, unutulmuş bir trajedi gibi. Kamera yaklaştıkça yalnızlığın ağırlığı bir senfoni gibi yükseliyor. Joker maskesinin ardında ne saklı? Bu maske ne kadar ağır? Gerçek mi bu, yoksa hepimiz bir yanılsamanın parçaları mıyız?
Harley Quinn’in parlak boyalarla süslü dünyası bir tuzak mı, yoksa daha büyük bir yanılsamanın maskesi mi? Gerilim yükselirken, mantık ve aklın sınırları kayboluyor. Joker’in oyunları bu mu? Müziğin bile kaçamadığı bu sahneler, Arthur’un zihninde yankılanan kapana kısılmanın sesi mi?
Eleştirmenler ve izleyiciler ikiye bölünüyor. Sorular büyüyor. Phillips, Joker mitosunu parçalarına ayırıp izleyiciyi de bir yanılsamanın derinliklerine mi sürüklüyor? Bu filmden ne bekledik? Yoksa hakikat gözlerimizin önünde miydi? Belki de gerçek, o karanlık derinliklerde gizliydi ve biz ona yalnızca göz ucuyla bakabildik.
Yolculuk işte burada başlıyor. Harley ve Joker’in delilikle dolu dansında, kaybolmuş bir gerçekliğin hayal meyal duyulan fısıltısı yankılanıyor. Ancak bu kayboluş, aşkın değil, deliliğin yankısı. Gerçek orada; fakat onu fark ettiğinizde belki de çok geç olacak.
Zıtlıkların Şiirsel Dansı: Açılış Sahnesi
Joker: Folie à Deux’nün açılış sahnesi, izleyiciyi adeta bir illüzyona çekerek sıradan bir komedinin hafifliğiyle başlayıp, çok geçmeden Arthur Fleck’in karanlık dünyasına sürüklüyor. Todd Phillips burada, zıtlıkların gücünü kullanarak seyircinin savunmasını kırmayı amaçlıyor. Filmin açılışı, Looney Tunes’un neşeli ve absürt tonlarıyla başlarken, izleyicide anlık bir güvenlik hissi uyandırıyor. Ancak bu tebessümün ardında bekleyen rahatsız edici derinlik, Phillips’in zekice kurguladığı, geçişlerle dolu bir yolculuğun habercisi. Looney Tunes’un absürt havası, adeta bir “MacGuffin” (sahte bir yönlendirme), bir nevi sahte ipucu gibi kullanılıyor; seyirciyi yumuşatan, ama altında bekleyen karanlıkla ani bir çelişki yaratan bir giriş olarak işlev görüyor.
Phillips, bu sahneyi bir maske gibi kullanarak, karakterlerin dünyasına bir tür “false equilibrium” (yanıltıcı denge) getiriyor. Absürdün hemen ardından gelen yoğun karanlık, Gotham’ın kasvetli atmosferi ve Arthur Fleck’in paramparça zihniyle birleşerek bir nevi sinematografik tokat etkisi yaratıyor. Bu ani geçiş, seyirciyi neyin beklediği konusunda uyarırken, Joker’in dünyasında “light and shade” (ışık ve gölge) temalarını ön plana çıkarıyor. Arthur’un içsel çatışması, bu çarpıcı sahneyle daha ilk dakikadan izleyicinin zihnine kazınıyor, absürdün sınırlarını derin bir trajediye dönüştürerek seyircinin komik bir sahneden dehşet dolu bir evrene geçiş yapmasını sağlıyor.
Phillips, mizahi bir açılıştan bu kadar yoğun bir karanlığa geçerken, sinematografik araçları ustalıkla kullanıyor. Bu geçişte, Phillips’in kompozisyon anlayışı dikkat çekiyor; Arthur Fleck’in yüzü gölgelerle kaplandığında, karanlık ve ışık oyunları ile onun iki yüzünü, yani hem kahkahanın ardında gizlenen acıyı hem de absürt dünyanın altında yatan çöküşü temsil ediyor. Bu sahne, karakterin bir kaos figürü olmanın ötesine geçtiğini, onun aslında toplumun kenara ittiği derin bir trajedi olduğunu anımsatıyor. Joker’in açılış sahnesindeki bu “dualism” (ikilik), izleyiciyi anında rahatsız ediyor; absürtten trajediye, kahkahadan dehşete geçiş, Joker’in içsel karmaşasının şiirsel bir yansıması olarak ekrana taşınıyor.
Phillips, Gotham’ın kasvetli ve tekinsiz dokusunu Arthur’un zihinsel kargaşasıyla bütünleştirirken, seyirciye yalnızca bir hikâye izletmekle kalmıyor; onları da bu dünyaya dâhil ediyor. Gotham’ın derin gölgeleri, Arthur’un parçalanmış ruhunu yansıtan “mise-en-scène” (sahne düzenlemesi) ile birleşiyor ve izleyiciyi bu karanlık evrenin bir parçası hâline getiriyor. Arthur’un yüzü, Gotham’ın loş ışıkları ve gölgeleri arasında belirdiğinde, her bir kare, Joker’in çok katmanlı kimliğini yansıtmak için dikkatle oluşturulmuş bir görsel metafor haline geliyor.
Bu sahnede Phillips’in kullandığı “juxtaposition” (zıtlıkların yan yana getirilmesi) tekniği, Joker’in içsel çatışmalarını güçlendiren temel bir unsur olarak öne çıkıyor. Looney Tunes’un naifliği, bir anlık mutluluk olarak sunulurken, hemen ardından gelen derin kasvet, bu illüzyonun kısa süreliğine var olduğunu hissettiriyor. Seyircinin zihnine nakşedilen bu ikilik, Joker’in karakterini yalnızca bir kaos figürü olarak değil, aynı zamanda derin acılarla dolu, çözülemeyen bir bilmece olarak tanıtıyor. Phillips’in zıtlıkları şiirsel bir armoniyle bir araya getirmesi, Joker’in ötesinde, bu karakterin altında yatan yoğun çatışmayı da sanatsal bir metafora dönüştürüyor.
Gotham’ın sisli, kasvetli sokakları ve Arthur’un kırık ruhu bu açılış sahnesinde birbirine sıkıca bağlanırken, seyirci yalnızca izlemekle kalmıyor, bu karanlığın içinde bir figür olmaya davet ediliyor. Phillips’in bu zıtlıkları kullanma ustalığı, Joker’in çok yönlü ve karmaşık doğasını ince bir şekilde yansıtıyor. Her sahne, adeta estetik ile dehşetin mükemmel birleşimini sunan bir resim gibi; her kare, karakterin kırılgan yapısının ve içsel çatışmasının birer parçası olarak karşımıza çıkıyor. Todd Phillips’in Joker ve Harley Quinn’in dünyasını tanımlarken yarattığı bu “visual poetry” (görsel şiir), Joker’in yalnızca bir anti-kahraman olmadığını, onun şiirsel bir kaos figürü olarak kendine özgü bir evren yarattığını gösteriyor.
Açılış sahnesinin bu güçlü dramatik geçişi, Joker’in derin ve çözülemeyen kimliğini daha ilk andan itibaren seyircinin zihnine kazıyor. Bu estetik düzenlemedeki keskin geçişler, izleyiciyi Joker’in karanlık dünyasına çekerken, aynı zamanda Arthur’un zihnindeki kaosun ve çelişkilerin tam merkezine bırakıyor. Phillips’in zıtlıkları estetik bir uyumla yan yana getirme becerisi, Joker’in içsel çatışmalarını sinematik bir başyapıta dönüştürerek, her kareyi benzersiz bir görsel metafor olarak sunuyor.
Gotik Bir Trajedi: Arthur’un İçsel Çöküşü
Joker: Folie à Deux, Arthur Fleck’in içsel çöküşünü gotik bir trajediye dönüştürerek, adeta sinematografik bir gölge oyununa çeviriyor. Gotham’ın her bir köhne sokağı, Arthur’un yaralı ruhunun yankıları gibi karanlık bir tonla işleniyor; şehir, onun içsel çalkantılarının bir yansıması hâline geliyor. Todd Phillips, Gotham’ın soğuk ve kasvetli atmosferini, Arthur’un zayıflayan zihinsel yapısına uyumlu bir “mise-en-scène” (sahne düzenlemesi) olarak kullanıyor. Bu görsel yapı, izleyiciyi sadece bir gözlemci olmaktan çıkararak, Arthur’un zihinsel çöküşünün içine çekiyor.
Akıl hastanesindeki o tüyler ürpertici metal parmaklıkların gıcırtısı, Arthur’un kırık ruhunda yankılanan içsel bir ağıt gibi izleyiciye ulaşıyor. Bu sesler, adeta karakterin zihinsel çatlaklarını ortaya koyan bir “diegetic sound” (film dünyasında var olan ses) unsuru olarak görev yapıyor. Bu metalik gıcırtı, Arthur’un kaybolmuş ruhuna dair izleyiciye ipuçları veriyor; her yankı, Arthur’un ruhundaki çatlakları daha derinden hissettirerek, onun trajik yolculuğunun bir tür arka plan müziğine dönüşüyor. Phillips, Arthur’un bu zayıflayan ruhunu gotik estetiğin ince detaylarıyla işleyerek, izleyiciyi Arthur’un trajedisinin tam kalbine sürüklüyor.
Phillips, Arthur’un deliliğini soğuk bir objektifin ardında, mesafeli bir şekilde sunuyor. Bu tercih, izleyiciyi karakterle empati kurmaktan bilinçli olarak uzak tutuyor; Arthur, bu mesafeli anlatımla toplumun ötekileştirdiği bir figür olarak, adeta bir “grotesque” (ürkütücü) anıta dönüşüyor. Arthur’un yalnızlığı ve zihinsel düşüşü, izleyiciyi dehşete düşüren ama aynı zamanda büyüleyen bir “visual irony” (görsel ironi) ile karşımıza çıkıyor. Gotham’ın içsel çürümüşlüğü, Arthur’un trajedisine ayna tutarken, Joker’in toplumun derin yarattığı çatlakların bir sonucu olarak belirmesi, onun bu trajik yoldaki konumunu daha da güçlendiriyor.
Arthur’un içsel çöküşünü bu gotik çerçevede izlerken, karakterin deliliği hem trajik hem de itici bir özellik kazanıyor. Phillips, Arthur’u toplumun çürümüşlüğünün bir sembolü olarak inşa ederken, onun ötekileştirilen bir karakter olarak izleyiciye ulaşmasını sağlıyor. Arthur’un dramatik yalnızlığı ve toplumla olan çatışması, onu bir yandan bir ucube gibi gösterirken, diğer yandan trajik bir figüre dönüştürüyor. Bu durum, izleyici için hem karakterin karmaşıklığına hayranlık uyandırıyor hem de ondan bir mesafe koymasına neden oluyor. Bu zıtlık, Joker’in hem gotik bir ikon hem de trajik bir sembol olarak hafızalara kazınmasını sağlıyor.
Phillips, Arthur’u yavaş yavaş içsel bir ikona dönüştürürken, Gotham’ın çürümüşlüğünü gözler önüne seren bir karakter yaratıyor. Arthur, deliliği ve yalnızlığıyla bir “tragic hero” (trajik kahraman) olarak yükseliyor. Gotham’ın içsel çürümesi, Arthur’un bireysel yıkımıyla birlikte bir toplumsal eleştiri olarak izleyicinin karşısına dikilirken, Arthur’un zihinsel çöküşü bu trajik anlatının merkezine yerleşiyor.
Metaforların ve Gotik Temaların Şiirselliği
Joker: Folie à Deux’de Todd Phillips, Arkham Asylum’un izole ve tekinsiz atmosferini yalnızca bir akıl hastanesinin ötesine taşıyarak, Arthur Fleck’in parçalanmış zihninin adeta fiziksel bir yansıması hâline getiriyor. Arkham Asylum, Phillips’in ustalıkla kurduğu bir metafor, Arthur’un zihnindeki kaosu ve toplumsal dışlanmayı simgeleyen soğuk bir evren. Bu taş ve çelikten oluşan labirent, yalnızca bir akıl hastanesi değil; Arthur’un içsel yaralarının derinleştiği, zayıflayan kimliğinin ve deliliğe sürüklenen ruhunun yankılandığı bir sahne olarak karşımıza çıkıyor. Burada her duvar, her koridor Arthur’un gerçeğe, kendi içsel karanlığına bir adım daha yaklaşmasının sembolü olarak inşa edilmiş.
Phillips, Arkham’ın dar koridorlarını, ağır taş duvarlarını ve çeliğin soğukluğunu Arthur’un kırılgan zihniyle harmanlayarak izleyiciyi bu gotik atmosfere davet ediyor. Bu soğuk dokular, Arthur’un içine sığmayan acıyı ve bastırılmış korkuları, gerçekliği tehdit eden çatışmalarını somutlaştırıyor. Duvarlarda yankılanan her adım sesi, Arthur’un ruhundaki derin çatlakları temsil eden bir yankıya dönüşüyor; sanki bu taş duvarlar Arthur’un içsel çığlıklarını, bilinçaltında süregelen trajik fısıltıları taşıyor. Phillips, diegetic sound (film dünyasında var olan ses) unsurlarını kullanarak, Arthur’un bastırılmış çığlıklarını Arkham’ın soğuk duvarları arasında yankılanan bir melodiye dönüştürüyor.
Bu gotik yapı, Arthur’un akıl sağlığını çevreleyen soğuk bir koza hâline geliyor; Arkham’da yankılanan her tıkırtı, parmaklıkların arkasında sıkışıp kalmış bir ruhun melodramını açığa çıkarıyor. Her demir parmaklık, Arthur’un deliliğe teslim oluşunun bir başka somut sembolü olarak, karakterin içsel mücadelelerinin fiziksel yansımasını oluşturuyor. Her koridor, her dar geçit, onun toplumdan kopuşunun bir sonraki basamağına işaret ederken, Arkham yalnızca bir hapishane değil, Arthur’un “theatre of madness” (deliliğin tiyatrosu) hâline geliyor. Bu mekân, onun içsel karmaşasının bir oyun sahnesi gibi şekilleniyor ve Arthur, kendini bulmaya çalıştıkça daha da kaybolan bir oyuncu gibi izleyiciye sunuluyor.
Phillips, Arkham’ı yalnızca bir akıl hastanesi olarak değil, Arthur’un ruhundaki dipsiz karanlığı keşfetmek için kullandığı gotik bir metafor olarak sahneliyor. Bu labirentin her duvarı, Arthur’un içsel çatışmalarını simgeliyor; burada kaybolmuş ruhunun yankılarını işitiyoruz. Arkham, Arthur’un deliliğe savrulan yolculuğunda kendine has bir karaktere dönüşüyor. Her geçit, karakterin içsel kırılmalarını yansıtan bir “allegory” (alegori), toplum tarafından yalnız bırakılan bir bireyin ruhsal parçalanmasının keskin bir temsiline bürünüyor.
Arthur’un bu soğuk taşlar arasında yankılanan ayak sesleri, Arkham’ı sadece fiziksel bir mekan olmaktan çıkararak onun deliliği ile çevrili bir tiyatroya dönüştürüyor. Her gölge, Arthur’un kırılgan kimliğinin bir parçasını yansıtarak izleyiciyi de bu içsel yolculuğa dâhil ediyor. Phillips, Arkham’ın kasvetli atmosferini Arthur’un kişisel yıkımıyla örerek, izleyiciyi yalnızca bir hastanenin değil, Arthur’un kırılgan ruhunun içine çekiyor. Taş duvarların, dar koridorların ötesinde, Arthur’un çözülemeyen bir bilmece gibi, trajik bir ikon olarak kendine has bir yere sahip olması, bu trajik yolculuğun temelini oluşturuyor.
Arkham Asylum, Todd Phillips’in ustaca işlediği gotik unsurlar ve metaforlarla izleyiciyi Arthur’un zihinsel uçurumunun derinliklerine çekiyor. Arthur’un adımları ve yankılanan her ses, onun yalnızca Gotham’dan değil, kendi benliğinden de uzaklaştığının bir göstergesi hâline geliyor. Bu gotik yapı, izleyiciyi, insan ruhunun sınırlarının nasıl hapsedilebileceğini ve acımasız gerçeklerin nasıl katman katman saklanabileceğini gösteren bir mekâna götürüyor. Arkham, Arthur’un trajik hikâyesinin fiziksel bir temsili olarak izleyiciyi, trajedinin ve acıların yankılandığı bir karanlık vadiye davet ediyor.
Harley ve Joker: Karanlığın Fısıltılarında Yitip Giden Bir Aşk
Bu hikâye ne güllere sarılı bir aşk ne de huzurlu bir bağlılığın ifadesidir; Harley Quinn ve Joker'in birbirlerine doğru sürüklendikleri bu yol, karanlık bir çıkmazın, büyüleyici ve kaçınılmaz bir mahkumiyetin ifadesidir. İki ruh, aynı uçuruma aynı tutkuyla bakar; biri diğerinin gölgesine sarılırken, ikisi de o gölgenin içinde kaybolur. Bu aşk, bir ömür boyunca kemirilmiş yaraların, en derin yaralardan akmaya devam eden kanın bir yankısıdır. Joker: Folie à Deux bizi bu kaçınılmaz aşka çekip, Harley ve Joker’in gölgelerde parlayan, ölümcül bir güzellik içinde savrulan hikayesine davet eder.
Joker’in kollarında Harley kendini bulduğunu sanır, ama her bakış, her dokunuş, onun ruhunun çeperlerinden bir parçayı koparıp götürür. Sevgi değildir bu; bir girdabın içinde hapsolmuş ruhların çaresizce birbirine tutunmasıdır. Harley, Joker’in gözlerinde ne kadar kaybolursa, kendine dair ne varsa o kadar yitip gider. Joker’in sunduğu sevgi değil, ruhunun en karanlık çukuruna attığı bir gölge, içten içe yakan bir ateştir. Bu, kurtuluşun olmadığı, bitmeye mahkum bir dansın ayini gibidir.
"You complete me." (Sen beni tamamlıyorsun.) — Joker
Bu söz, dışarıdan bakıldığında bir aşk itirafı gibi görünse de, içinde asla tamamlanmayacak, sonu gelmeyecek bir açlığı taşır. Joker için Harley bir bütünleyici değil; onun eksik yanlarını daha da derinleştiren, karmaşasını büyüten, bir yanılsamadır. Harley, Joker’in dünyasında bir parça huzur bulmak isterken, onun ruhunun karanlığına kapılıp yavaş yavaş eriyen bir gölgeye dönüşür. Joker, her ne kadar onu “tamamladığını” söylese de, Harley’nin içinde eksik bıraktığı yaraların üzerine, daha derin çizgiler açar. Joker, Harley’yi içindeki kaosla sarmalar, onu bir ruhun yitip gittiği en karanlık yolda yalnız bırakır.
Her adımda Harley, Joker’e daha da yakınlaştığını zanneder, ama bu yalnızca Joker’in açtığı uçuruma adım adım ilerlemekten ibarettir. Sevgi burada bir yanılgı, birer kelime oyunudur; Joker, onu hem sahiplenir gibi görünüp hem de sürekli iten, bir adım yaklaştırıp yüz adım uzağa iten bir gölge gibidir. Harley, Joker’in ellerinde kendini bulmak isterken, o ellerin arasında gitgide kaybolur. Sevgiye dair ne varsa, her temasla biraz daha unutulur, silinir.
"This isn't love, it's just a game." (Bu aşk değil, sadece bir oyun.) — Harley Quinn
Harley’nin bu farkındalığı, Joker’in kaotik dünyasında hapsolmuş bir kadının haykırışıdır. Joker’in etrafında ördüğü bu ağ, ne sıcak bir sevginin ne de güvenli bir limanın simgesidir; burada sevgi, her bakışta, her dokunuşta daha fazla yara açan, kaçınılmaz bir oyundur. Joker için aşk, ruhun içindeki en karanlık kuyulardan yükselen bir yansıma, derin bir kaosun ucu bucağı olmayan bir yolculuğudur. Harley, bu bağdan kurtulmak istedikçe, aslında daha da derine çekildiğini anlar, çünkü Joker’in aşk dediği şey, onun için bir tür saplantı, en derin yarayı açan bir hançerdir.
Harley, Joker’in bu soğuk dünyasında anlam bulmayı isterken, aslında o dünyaya bir misafirden ibarettir. Joker, onu sahiplenmiş gibi görünse de, her dokunuş, her sözde, Harley daha da uzak bir yabancı olur. Aşkın en karanlık, en çarpık hâlidir bu; sevginin yıkıcı ve kör bir tutkuyla şekillendiği bir oyun.
"You think this is love? It’s chaos!" (Bunun aşk olduğunu mu sanıyorsun? Bu, kaos!) — Joker
Joker için sevgi, içindeki kaosun maskesidir. Harley, ona sığınacak bir liman ararken, Joker’in ona sunduğu şey, yalnızca kendi iç dünyasının dipsiz derinlikleridir. Joker, sevgi adına ona ne sunarsa sunsun, her adımda, her sözde, Harley daha da uçuruma sürüklenir. Joker’in sunduğu, sevginin güvenli sularından çok uzaktadır; sevgi, burada yalnızca yanan bir mum gibi tükenmeye mahkumdur. Harley bu oyunla savaşır, ama her dokunuşta bir parçasını kaybettiğini bilir. Joker’in dünyasında sevgi yalnızca bir oyun, yıkımın büyüleyici ve acımasız bir yansımasıdır.
Harley, Joker’in peşinden gittiği her adımda kendi ruhunu biraz daha yitirir. Sevgi, burada bir maske gibi yüzüne takılır; oysa bu maske ardında ne varsa yalnızca yıkım, acı ve hüsrandır. Joker, Harley’yi kendine çekerken, her dokunuşla daha derin bir yara açar ve Harley bu yaraların içinde kaybolur.
"You can’t save me. I’m already too far gone." (Beni kurtaramazsın. Zaten çoktan kayboldum.) — Harley Quinn
Harley, Joker’i kurtarmaya çalıştıkça, aslında kendi karanlığında kaybolduğunu, bu yolda kendi varlığını tükettiğini anlar. Joker, Harley’nin umuduna alaycı bir gülümsemeyle bakar ve ona uzattığı her sözde, Harley daha da kendinden uzaklaşır. Bu aşk, kurtuluş değil, iki ruhun birbirine sarılıp kendini tükettiği, dibe doğru süzülen bir hüzündür.
Joker için Harley’nin çabaları yalnızca bir eğlenceden ibarettir; onun her çırpınışı, her kaçış denemesi, Joker’in ellerinde daha da kısıtlanır. Bu ilişki, sevgi değil, iç içe geçmiş bir fantezi, bir yanılsamadır. Harley, Joker’in illüzyonunda kaybolurken, kendi gerçekliğini geride bırakır. Joker’in soğuk ellerinde, hayal kırıklıklarıyla yoğrulmuş bir düşte, yavaş yavaş solup gitmeyi kabullenir.
"In the end, you and I, we’re just the same." (Sonunda, sen ve ben aynıyız.) — Harley Quinn
Harley, Joker’in gölgesinde, ne kadar sarılsa da asla ulaşamayacağı bir sevgiyi arar. Joker’in karanlığında saklı olan o boşluk, Harley’i yutar, onu kendine çeker. Harley, Joker’e olan saplantısını bırakmak istese de bu girdabın derinliğinde, artık kendi varlığı yok olur. Joker’in dünyasında aşk, sevginin ötesinde, iki ruhun birbirine bakarak kendi yaralarını bulduğu, yıkımı kaçınılmaz bir düellodur.
Harley ve Joker’in bu trajik bağı, sevginin değil, yok oluşun yankısıdır; Joker, her fısıltısında, her dokunuşunda Harley’nin içine daha da işleyerek, bu aşkı yavaş yavaş tüketir. Bu ilişki, iki kırık ruhun, sevgi sandıkları bir uçurumun kıyısında birbirine sarılıp kendi yıkımlarına doğru ilerlediği bir ritüeldir. Joker: Folie à Deux, bu derin aşkı, bir ağıt gibi yankılar; iki ruhun, karanlık bir masalda, kendini tüketerek var ettiği, büyüleyici ve kaçınılmaz bir trajedi…
Adaletin Gölgesinde Yalnızlık
Arthur Fleck, Gotham’ın çürümüş adalet sistemiyle karşı karşıya geldiğinde, mahkeme salonunun soğuk, kaskatı duvarları onun içsel çöküşüne sessiz bir şahitlik yapıyor. Burada, adaletin vaadi yerini alaycı bir boşluğa bırakıyor; Arthur için adalet, bir kurtuluş umudu olmaktan çok uzak, varoluşunun değersizliğini yüzüne vuran bir hayalet gibi. Mahkeme salonuna yayılan keskin soğukluk, Arthur’un toplumla olan son bağlarını, tüm insani izleri yavaş yavaş silip süpürüyor. Bu atmosfer, onun yalnızca bir suçlu olarak değil, adeta Gotham’ın utançla göz ardı ettiği, değersizleştirilmiş bir gölge olarak damgalandığı anı sembolize ediyor.
Mahkeme salonunda Arthur’un sessizliği, onun içindeki son umut kırıntılarının da tüketildiği bir sahneye dönüşüyor. Bu noktada, avukatını reddetmesi yalnızca bir savunmasızlık değil, aynı zamanda bir kimlik reddi, bir başkaldırı olarak göze çarpıyor. Bu hareket, Arthur’un artık kendini savunmak ya da anlaşılmak gibi bir umudu olmadığını, toplumsal bağlarını kestiğini gösteriyor. Avukatına hayır dediği an, toplumun onu hiçbir zaman kabul etmediğini ve kendisine biçilen rolü artık tamamen benimsediğini gözler önüne seriyor. Mahkeme salonunda, kendini savunma isteği, Arthur’un hem topluma hem de adalet sistemine karşı bir isyanı olarak yankılanıyor.
Yargıcın sert bakışları ve jüri üyelerinin kayıtsız ifadeleri arasında, Arthur’un adaletin yüzeysel tarafsızlığına olan inancı tamamen yıkılıyor. Salonun her yanını kaplayan “illusion of justice” (adalet illüzyonu), Arthur’un zihninde, kağıt üzerindeki boş bir söze dönüşüyor. Cüppelerin dalgalanan siyah kumaşları arasında, yargının soğuk gözleri onun yalnızlığını ve toplumun gözünde değersizleştirilişini yeniden hatırlatıyor. Bu kalabalık içinde Arthur artık bir suçludan öte, toplumun unutmak istediği bir gölge, bir yok sayılmış figür. Mahkeme salonundaki yüzler onun için artık insandan çok, birer figür; toplumsal yalnızlığının ve kenara itilmişliğinin somut bir ifadesi.
Arthur, adaletin gri duvarları arasında tek başına dururken, Gotham toplumunun sahte idealizmini ve adaletin yüzeysel yapısını içsel bir çöküşle izliyor. Bu soğuk ortamda, avukatını reddetmesi sadece bir tercih değil, Arthur’un insani yanlarına ait son bağları da koparması anlamına geliyor. Yalnızca savunmasız bir figür olarak mahkeme salonunda durmuyor; burada, toplumun onu hiçbir zaman kabul etmeyeceği gerçeğini de kabulleniyor. O an, Arthur için adalet sistemi bir kurtuluş umudu değil, tam aksine, onun yalnızlığını daha da derinleştiren ve insanî yanlarını ortadan kaldıran bir sahneye dönüşüyor.
Arthur’un adaletin gölgesinde, avukatsız kalma tercihiyle birlikte Joker kimliğine giden yolda son bir adım attığı görülüyor. Bu, Arthur’un artık toplumun değer yargılarıyla bağlarını tamamen kopardığı bir dönüşüm anı. Gotham’ın çürümüş adalet sisteminin soğuk ışıkları altında, Arthur artık kendini savunmaktan vazgeçmiş, toplumun ona yüklediği suçlu rolünü kabullenmiş biri olarak, insani yanlarını karanlığa gömüyor. Bu sahne, onun Joker kimliğine tam anlamıyla geçiş yaptığı, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa adım attığı anı simgeliyor.
Bu yalnızlık ve değersizlik hissi, Arthur’un içindeki karanlık gücü, Joker kimliğine doğru sürüklüyor. Artık onun için adalet, bir umut ya da kurtuluş değil, toplumun kendisine sırt çevirdiği bir gerçeklik. Mahkeme salonunun kasvetli atmosferinde, adaletin idealize edilmiş yüzü, Arthur’un içsel yalnızlığını daha da derinleştiriyor ve onu tam anlamıyla toplumdan koparıyor. O soğuk mahkeme salonunda Arthur’un insani yanları, adaletin gri duvarlarında yankılanarak yok oluyor.
Arthur, artık geri dönüşsüz bir yola girmiştir. Joker kimliğine giden bu yolda mahkeme salonunda geçirdiği her an, insanî bağlarının tamamen kopuşunu, toplumsal kabulün artık onun için erişilemez olduğunu gösteriyor. Adaletin sert, tarafsız görünümlü maskesinin ardında, Arthur’un hikayesi, onun için artık hiçbir umudun kalmadığını, yalnızca soğuk ve karanlık bir geleceğin onu beklediğini anlatıyor.
Joker’in Anarşik Felsefesi ve Hukuki Çelişkiler
Arthur’un Joker: Folie à Deux filmindeki mahkeme sahnesinde avukatını reddedip kendi savunmasını üstlenme kararı, Joker kimliğine geçişinin keskin bir ifadesi olarak dikkat çekiyor. Bu sahne, Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine ve toplumun yerleşik değerlerine doğrudan bir meydan okuma niteliği taşırken, karakterin içsel dönüşümünün simgesi hâline geliyor. Ancak, Arthur’un bu tercihi aynı zamanda Amerikan hukuk sisteminin temel ilkeleriyle de derin bir çelişki yaratıyor ve izleyiciyi düşündüren bir gerilim ortaya koyuyor.
Amerikan hukuk sistemine göre, Altıncı Değişiklik (“Sixth Amendment”) her sanığın adil bir yargılanma ve avukat hakkını garanti eder. Bu ilke, özellikle zihinsel sağlık sorunları olan sanıklar için kritik bir öneme sahiptir. New York Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CPL) Madde 330.10’a göre ise, zihinsel sağlık problemleri yaşayan bir sanığın avukatsız savunma yapması yasal olarak kabul edilemez. Bu bağlamda, Arthur’un ciddi psikolojik problemler yaşadığı göz önünde bulundurulursa, avukatsız savunma yapması hukuken geçerli değil, tam tersine sistemin işleyişine aykırı bir durumdur.
Arthur’un bu radikal kararı, Joker kimliğine geçişini simgeleyen güçlü bir dramatik unsur sunuyor. Ancak, onun gibi zihinsel çöküş yaşayan bir karakterin avukat desteği olmadan kendini savunma seçeneği, mahkeme sahnesinin gerçekçiliğini zayıflatıyor. Arthur’un avukatsız kendini savunması, Joker kimliğini kabul edişini ve topluma karşı nihai reddini sembolize etse de, bu hukuki eksiklik, izleyiciyi sahnenin dramatik anlatısından çıkarıyor. Gerçek bir yargı sisteminde, özellikle zihinsel dengesi tartışmalı bir karakterin bu şekilde savunma yapmasına izin verilmez; bu nedenle sahne dramatik anlamını korusa da, hukuki doğruluk açısından eksik kalıyor.
Arthur’un mahkemede yalnız bırakılması, onun Joker kimliğine dönüşümünde güçlü bir adım olarak görünüyor. Bu an, adalete olan inancını yitirmiş, yalnızca kendi kaotik dünyasında anlam bulan bir adamın nihai başkaldırısıdır. Ancak, hukuk sistemine dair eksik işlenen bu detay, Joker’in anarşik felsefesini desteklerken adalet sistemi eleştirisinin yüzeysel kalmasına yol açıyor. Arthur’un bu çelişkili durumu, filmin anarşik temalarına güç katıyor; fakat hukuk sistemine dair daha derin bir sorgulamayı, yüzeyde bırakarak eleştiriyi tam anlamıyla işlemeden geçiyor.
Arthur’un Joker kimliğine ilerleyişi, toplumun adalet maskesine duyduğu öfkeyi yansıtan bir protesto gibi sunuluyor. Fakat, filmde bu eleştirinin tam olarak işlenmemesi, anarşik felsefenin gücünü zedelerken anlatıyı derinlikten uzaklaştırıyor. Arthur’un tüm toplumsal bağlarını kesme kararı, onu nihai başkaldırısında savunmasız bırakan dramatik bir an olsa da, bu detayın hukuki anlamda doğruluk taşımaması hikayenin inandırıcılığını gölgede bırakıyor.
Bu çelişki, Joker’in kaotik arayışını ve adalet sistemine duyduğu güvensizliği güçlendirirken, adaletin soğuk ve uzak maskesinin ardındaki eksiklikleri de gözler önüne seriyor. Arthur’un topluma ve yargıya olan nefretini, Joker kimliğine geçişini hızlandıran bir unsur olarak sunarken, bu anlatı yüzeyde kalıyor ve Arthur’un başkaldırısını yalnızca bir kaos ifadesi olarak izleyiciye aktarıyor.
Çürümüş Gotham ve Hukuki İhlaller
Arthur’un mahkeme salonuna Joker makyajı ve kostümüyle katılması, filmin sembolizm açısından en çarpıcı anlarından biri. Bu sahne, Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine doğrudan bir meydan okuma niteliği taşırken, Arthur’un artık toplumsal normlara tamamen yabancılaşmış ve Joker kimliğini tam anlamıyla benimsemiş bir figür olarak karşımıza çıkmasını sağlıyor. Joker’in kaotik ve anarşik dünyasına tam anlamıyla geçişini simgeleyen bu an, onun toplumun değer yargılarına karşı verdiği içsel savaşın gözle görülür bir ifadesi. Fakat bu sahne, hukuki açıdan bakıldığında, bir dizi ihlal ve çelişkiyi de gözler önüne seriyor.
New York Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CPL) Madde 260.20’ye göre, bir sanığın mahkemeye uygun ve tarafsız bir kıyafetle katılması zorunludur. Bu kural, sanığın kimliğini simgeler veya maskelerle gizlemesinin yasak olduğunu belirtir, çünkü bu tür unsurlar mahkemenin otoritesine ve adaletin tarafsızlığına zarar verebilir. Arthur’un Joker makyajı ve kostümüyle mahkemeye katılması, Gotham’ın yozlaşmış yargı sistemini alaycı bir dille hicvetmek için sembolik bir anlatım sunuyor; ancak yargıcın bu duruma herhangi bir tepki göstermemesi ya da müdahalede bulunmaması, sahnenin dramatik etkisini zayıflatıyor ve hukuki gerçeklikten kopmasına neden oluyor.
Bu tür bir temsille Arthur, Gotham’ın çürümüş adalet sistemine ve toplumdaki adaletsizliğe eleştiri getiriyor olsa da, mahkemenin bu durumu hoş görmesi izleyiciyi sahnenin inandırıcılığından uzaklaştırabiliyor. Bir sanığın böyle bir görünümle mahkemeye katılması, her ne kadar Gotham’ın absürt ve çürümüş yapısını açığa çıkarsa da, yargı sisteminin bu kadar başıboş bırakılması, anlatıyı eksik bir noktaya taşıyor. Arthur’un Joker kostümüyle mahkemeye katılması, sistemin ciddiyetini göz ardı ederek simgesel gücünü yitirme riski taşıyor.
Arthur’un Joker kostümüyle mahkemeye çıkışı, Gotham’ın adalet sisteminin ne kadar çarpık ve absürt hale geldiğini göstermek adına güçlü bir anlatım sağlasa da, bu anlatımın hukuki gerçeklikten sapması, sembolik etkinin derinliğini yüzeyselleştiriyor. Adaletin tarafsızlığı ve düzenin korunması gibi temel ilkeler görmezden gelindiğinde, bu tür teatral bir hamle, sistemin işleyişine yönelik güçlü bir eleştiri olarak düşünülse bile, izleyicinin gözünde sahnenin inandırıcılığını ve dramatik etkisini düşürüyor.
Bu sahneyle Phillips, Gotham’ın adalet sisteminin çürümüşlüğünü ve toplumsal çöküşünü gözler önüne sermek isterken, hukuki detaylara özen göstermemesi izleyiciyi anlatının gerçekliğinden koparabiliyor. Arthur’un Joker kostümüyle mahkemeye katılması, Gotham’ın kaotik atmosferini ve adaletin işlevsizliğini açığa çıkaran güçlü bir sembolizm yaratmayı amaçlasa da, mahkeme sisteminin böylesine başıboş bir şekilde bırakılması filmin genel anlatısını yüzeyselleştiriyor.
Çarpık Adalet ve Tanık Sorgulama Sürecindeki Hatalar
Arthur’un mahkemede tanıkları bizzat sorgulaması, Amerikan hukuk sisteminin temel ilkelerini çiğneyen dikkat çekici bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Federal Rules of Evidence (“FRE”) 611(b) kapsamında, tanık sorgulamanın yalnızca dava konusuyla sınırlı tutulması gerekiyor; tanıklara kişisel ve konu dışı sorular sormak hukuka aykırı kabul ediliyor. Ancak Arthur, bu kuralları ihlal ederek kişisel ve konuyla alakasız sorular yöneltiyor. Bu tercih, sahneye güçlü bir dramatik gerilim kazandırmak amacıyla yapılsa da, hukuki gerçeklikten uzaklaşıldığında sahnenin inandırıcılığı zayıflıyor ve izleyici, anlatının gerçeklikten kopmaya başladığını hissediyor.
Hukuk sisteminde tanık sorgulama yetkisi yalnızca avukatlara tanınır; sanığın bizzat sorgu yapması, özellikle de Arthur gibi zihinsel dengesi yerinde olmayan bir sanık için oldukça sorunlu bir durumdur. Arthur’un sorgulama sürecinde bu yetkiyi kendi eline alması, Gotham’ın çürümüş adalet sistemine yönelik alaycı bir eleştiri yaratmak için kullanılan sembolik bir anlatı sunuyor. Ancak sahnede hukuki kuralların tamamen göz ardı edilmesi, bu eleştirinin temeline zarar veriyor. Gotham’ın adalet sisteminin eksikliklerini eleştirir gibi dursa da, bu kural ihlalleri sahnenin duygusal derinliğini baltalayarak inandırıcılığını kaybettiriyor.
Film boyunca Arthur, tanıkları sorgularken hukukun çizdiği sınırları bilinçli olarak ihlal ediyor. Bu tercih, Arthur’un Gotham’ın çürümüş adalet sistemine karşı anarşik bir duruş sergilemesini sağlarken, aynı zamanda karakterin sistemle uyumsuzluğunu vurgulamak amacıyla yapılmış. Arthur’un, Gotham’ın adaletine yönelik bir başkaldırı niteliğinde olan bu duruşu, kaotik kişiliğinin ve Joker kimliğinin bir yansıması olarak öne çıkıyor. Ancak, hukuki doğruluğun bu kadar göz ardı edilmesi, anlatının tematik eleştirilerini zayıflatarak sahnenin dramatik etkisini tam anlamıyla yansıtamıyor.
Arthur’un tanık sorgulama sahnesinde yaşanan bu çarpıklık, Gotham’ın adalet sisteminin ne derece işlevsiz ve taraflı olduğunu vurgulamak için yapılsa da, sahnenin gerçeklikten uzaklaşması anlatının gücünü azaltıyor. Arthur’un anarşik doğasını ve Joker kimliğine geçiş sürecini güçlendiren bu sahne, hukuki doğruluğun tamamen ihmal edilmesi nedeniyle dramatik gerilim yaratmaya çalışsa da, izleyiciyi etkileyebileceği kadar etkileyemiyor ve anlatıyı yüzeysel bir eleştiri düzeyinde bırakıyor.
Teatral Bir Mahkeme Parodisi
Arthur Fleck, Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine Joker kimliğiyle meydan okuduğu o mahkeme salonuna girdiğinde, adaletin kutsal alanı olması gereken yer, onun ellerinde bir sahneye dönüşüyor. Yüzünde ikonik makyajı ve rengarenk Joker kıyafetleriyle, Joker Gotham’ın kurallarına ve normlarına tamamen sırtını dönerek yalnızca kendi anarşik felsefesini savunmaya karar veriyor. Todd Phillips, Joker’in mahkemeyi adeta bir performans alanına dönüştürmesiyle, Gotham’ın içten çürümüşlüğünü ve adaletin yüzeysel doğasını güçlü bir eleştiriyle açığa çıkarıyor.
Joker salona her adım attığında, kamera onu “aşağıdan yukarıya” (low-angle shot) çekimlerle yakalıyor, bu da onun hem tehditkâr hem de meydan okuyan bir figür olarak görünmesini sağlıyor. Yüzüne düşen parlak ışık, çevresindeki gri ve soğuk duvarların arasındaki renkli bir patlama gibi; Joker burada yalnızca bir sanık değil, Gotham’ın adalet sisteminin tam ortasında adeta kendini bir anti-kahraman olarak sergiliyor. Joker’in bu çarpıcı girişi, Gotham’ın yozlaşmış yargısına karşı duyduğu nefreti ve öfkeyi açıkça yansıtıyor.
Joker tanıklara doğru eğilir ve gözleri alaycı bir ifadeyle parlar. Tanığa sert ve soğukkanlı bir şekilde, “Siz hiç sürekli aşağılandığınız bir hayat yaşadınız mı?” (Have you ever lived a life of constant humiliation?) diye sorarken, yüzündeki ifade donmuş bir küçümseme taşıyor. Tanık bu soruya yanıt vermekte bocalarken, Joker’in alaycı gözleri ve yüzündeki gergin gülümseme, izleyiciyi adeta içine çekiyor. Bu söz, Joker’in toplumun kendisine karşı gösterdiği acımasızlık ve sevgisizliğin, alaycı bir yansıması olarak izleyiciyi derinden etkiliyor.
Ardından yargıca dönerek, sesini yükseltip meydan okuyan bir tonla “Sizler beni yargılayabilecek kapasitede misiniz?” (Are you even capable of judging me?) diye sorar. Joker’in bu sorusu, yargıya duyduğu küçümsemeyi açıkça ortaya koyarken, yargıcın yüzündeki soğuk ve donuk ifade, izleyicinin Joker’e karşı duyduğu empatiyi daha da güçlendiriyor. Yargıcın kayıtsız ifadesi ve Joker’in derin nefreti arasında gidip gelen bu “yakın çekim” (close-up) sahneler, mahkemeyi onun için bir tiyatroya, toplumun kurallarını alaya aldığı bir sahneye dönüştürüyor. Joker burada yalnızca bir suçlu değil; toplumun çürümüşlüğünün ve adalet sisteminin ikiyüzlülüğünün yansıması hâline geliyor.
Joker’in tanıklara sorgulayıcı sorular sorması, yargıya ve hukuka duyduğu öfkenin somut bir yansıması, ama aynı zamanda bu sahnede hukuki çelişkiler belirginleşiyor. Amerikan hukukuna göre, sanıkların tanıklara doğrudan soru sorma yetkisi yoktur; bu yetki yalnızca avukatlara tanınır. Joker’in avukatını reddederek kendi savunmasını üstlenmesi ise, Amerikan hukuk sistemine göre bir eksikliktir. Altıncı Değişiklik (Sixth Amendment) uyarınca, sanıkların adil yargılanma ve temsil edilme hakkı bulunur, özellikle zihinsel sağlık sorunları olan sanıklar için bu bir zorunluluktur. Joker’in bu rolü üstlenmesi, hukuki doğruluktan sapmasına rağmen, Todd Phillips’in Joker’in anarşist ruhunu ve Gotham’ın çürümüş adalet sistemine karşı duyduğu öfkeyi anlatma biçimi olarak güçlü bir görsel metafor oluşturuyor.
Bu mahkeme sahnesi, Gotham’ın çürümüş adaletini ve yüzeysel yargı sistemini yansıtıyor. Todd Phillips’in Joker’in içsel çatışmalarını bir performansa dönüştürmesi, karakterin içsel karmaşasını yargı sistemine duyduğu küçümsemeyle harmanlayarak sunuyor. Ancak hukuki açıdan gerçekçilikten uzaklaşılması, sahnenin dramatik etkisini zayıflatıyor. Adaletin yüzeysel olduğunu, sadece bir yanılsamadan ibaret olduğunu vurgulamak için mahkeme salonunda bir tiyatro yaratan Joker, Gotham’ın çürümüş değerlerine sert bir eleştiri getiriyor, fakat sahnenin hukuki gerçeklikten uzaklaşması dramatik etkiyi hafifletiyor.
Bir Dönüşüm Anı
Arthur Fleck’in mahkemede Joker kimliğini reddetme çabası, toplumun dayattığı maskelere ve adalet sisteminin çarpıklıklarına karşı güçlü bir eleştiri olarak yansıtılıyor. İlk filmde Joker kimliği ona bir güç, bir başkaldırı alanı sunarken, devam filminde bu kimliğin ağır ve boğucu bir gölgeye dönüştüğünü fark ediyor. Mahkeme salonundaki yüzleşme, sadece Joker’in değil, Arthur’un da kendini keşfetme sürecinin bir parçası olarak filmin merkezine oturuyor.
Mahkemede Arthur’un Joker kimliğinden sıyrılma arayışını simgeleyen her ayrıntı, sinematografik açıdan ince işlenmiş. Kamera, “yakın çekim”lerle (close-ups) Arthur’un yüzündeki en küçük duygu değişimlerini gözler önüne sererken, “derin odak çekim” (deep focus) ile arka plandaki soğuk, gri mahkeme atmosferini, Gotham’ın çürümüş adalet sistemini simgelercesine sert ve hareketsiz bir şekilde sunuyor. Arthur’un Joker kimliğini terk etme isteği, ona hem kişisel bir arınma hem de toplumla olan mücadelesinde daha sahici bir duruş arayışı sunuyor. Ancak, Gotham’ın yozlaşmış yapısı bu kimlikten kolayca sıyrılmasına izin vermeyecek kadar güçlüdür.
Bu sahne, aynı zamanda Gotham’ın adalet sisteminin sembolik olarak çöküşünü resmediyor. “Altıncı Değişiklik” (Sixth Amendment) gereği, sanıkların adil yargılanma hakkına sahip olması gerekirken, Arthur’un avukatsız bırakılması, Gotham’ın adalet sisteminin ikiyüzlülüğünü gösterir bir detay olarak işlenmiş. Gotham’ın hasta toplum yapısına karşı Arthur’un bireysel özgürlük arayışı, bu sistemin sınırlayıcı yapısı karşısında kaybolur.
Filmin en etkili anlarından biri olan mahkeme binasının patlaması, sadece bir bina yıkımı değil, Gotham’ın yozlaşmış adaletine karşı simgesel bir başkaldırıdır. Arthur Fleck’in Joker kimliğinde bir efsaneye dönüşmesi, sadece adalet sistemine değil, toplumun tüm ikiyüzlü değer yargılarına bir eleştiri niteliği taşır. Bu sahnede kullanılan “düşük açılı çekim” (low-angle shot), Joker’i yüceltilmiş, hatta adeta bir halk kahramanı gibi yükselen bir figür olarak sunar. Arthur’un simgeleştiği bu an, dramatik gölge oyunları ve karanlık ışıklandırmalar ile Gotham’ın ahlaki çöküşünü daha da belirginleştirir. Patlamanın ardından gelen sessizlik, izleyiciyi Arthur’un içsel kargaşasına ve Gotham’ın toplumsal kaosuna daha da yakınlaştırarak, bu anarşik eylemin ardındaki kaosu ve dehşeti hissettirir.
Patlamanın ardından Arthur’un mahkeme binasından kaçırılması, Joker’in bir halk kahramanı olarak algılanmaya başladığı kırılma noktasını temsil eder. Artık toplumun bir bireyi olmaktan çok, sistemin çarpık yüzüne karşı bir isyan figürü olarak görülmektedir. Kaçırılması, adalet sisteminin en güçlü eleştirisini yansıtırken, Joker’in toplumsal düzende bir anti-kahraman konumuna gelmesinin temel taşlarını döşer. Arthur’un bu kaotik ortamda merdivenlere doğru yaptığı kaçış, Joker kimliğiyle olan karmaşık ilişkisinin bir simgesidir. İlk filmde merdiven, Joker’in gücünü ve özgürlüğünü simgelerken burada bir çelişki yaratır; Arthur, Joker kimliğinden kaçmak istese de merdivenler, onun toplumdan kopuşunun bir ifadesi hâline gelir.
Kameranın bu sahnede “uzun çekim” (long shot) kullanımı, Arthur’un yalnızlığını ve kararsızlığını daha da belirginleştirir. Merdivenler, Joker kimliğiyle özgürlüğünü bulma arzusunun simgesi olurken, Arthur’un özgürleşme arayışını yalnızlığın karanlık bir köşesine iten bir sembole dönüşür.
Ruh Sarsıcı Gölgeler
Arthur Fleck’in Joker kimliğini reddetme anı, Gotham’ın çürümüş adaletine ve toplumsal yozlaşmasına dair derin bir eleştiri sunuyor. İlk filmde Joker kimliğiyle güç ve özgürlük bulan Arthur, ikinci filmde bu kimliğin aslında kendi varlığını karartan bir gölgeye, ruhunun üzerinde taşıdığı ağır bir yüke dönüştüğünü hissediyor. Todd Phillips, Arthur’un Joker kimliğiyle kurduğu karmaşık ilişkinin aşama aşama çözülüşünü, sinematografik bir ustalıkla gözler önüne seriyor. Bir zamanlar topluma karşı bir direniş, bir kurtuluş olarak gördüğü Joker kimliği, artık Arthur için kurtulmak istediği bir prangaya dönüşmüş durumda. Her maske, her kahkaha, Arthur’un içsel boşluğunu ve varoluşsal acısını daha da görünür hale getiriyor.
Phillips’in kamerası Arthur’u mahkeme salonunda bir tablo gibi kadraja alırken, yüzüne odaklanan yakın çekimler (close-ups), onun gözlerindeki derin çatışmayı ve Joker kimliğinden kopma arzusunu izleyiciye direkt aktarıyor. Kamera, Arthur’un Joker kimliğini bırakma isteği ile bu kimlikten kurtulamayacağı gerçeği arasındaki çatışmayı, mahkeme salonunun gri duvarlarını arka plan olarak kullanarak dramatize ediyor. Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemi, Arthur’un kendini bulma çabalarını boşa çıkaran soğuk bir hapishane gibi beliriyor.
Mahkeme sahnesindeki bu yüzleşme, Arthur için sadece kişisel bir dönüşüm arayışı değil, aynı zamanda Gotham’ın iki yüzlü değerlerine karşı bir başkaldırıdır. Mahkemede Arthur’un Joker kimliğinden vazgeçme çabası, aslında kişisel bir özgürlük arayışı olarak anlam kazansa da, Gotham’ın hastalıklı yapısı bu çabayı boğuyor. Phillips’in bu sahnede kullandığı gölgeli ışıklandırma (chiaroscuro lighting) ve derin odak çekim (deep focus), Arthur’un Joker kimliğiyle özdeşleşmiş güç duygusunu ve bu kimliğin ruhunda yarattığı ağırlığı hissettiren güçlü bir görsel deneyim sunuyor.
Bu noktada, Joker’in sistem karşıtı varlığı mahkeme salonunda bir patlama ile nihayete eriyor. Mahkeme binasının patlatılması, Joker kimliğinin Gotham’ın adaletine ve ikiyüzlü düzenine meydan okuyan en büyük eleştirisi haline geliyor. Bu sahnede kullanılan düşük açılı çekim (low-angle shot), Arthur’u artık sadece bir karakter değil, Gotham’ın düzenine karşı bir sembol olarak yansıtıyor. Patlamanın ardından gelen sessizlik, anarşinin içinde gömülü kaosu ve Gotham’ın ahlaki çöküşünü çarpıcı bir şekilde ortaya seriyor. Arthur’un Joker kimliği bu sahnede, Gotham’ın adaletine bir meydan okuma olarak adeta bir mit, bir efsaneye dönüşüyor.
Patlamadan sonraki karmaşada Arthur’un mahkeme binasından kaçırılması, Gotham’ın kendisinden kaçtığı her şeyle yüzleşmek zorunda kaldığı bir ironi haline geliyor. Arthur artık sadece bir birey değil; toplumun göremediği, yüzleşmekten kaçındığı gerçekleri yüzüne vurduğu bir figür olarak varlık buluyor. Joker, Gotham’ın hastalıklı yapısına karşı bir direniş figürü haline gelirken, Arthur’un kaçırılması bu direnişin bir sembolü olarak izleyiciye aktarılıyor. Arthur, Joker kimliğinde toplumun yüzleşmekten kaçtığı tüm çelişkileri ve boşlukları yansıtıyor; bu da Joker’i Gotham’ın iç çelişkilerini açık eden bir ayna haline getiriyor.
Arthur’un kaosun ortasında merdivenlere doğru kaçışı, hem sinematografik hem de tematik olarak önemli bir derinlik kazanıyor. İlk filmde Joker için özgürlüğün ve gücün simgesi olan merdivenler, bu sahnede Arthur’un Joker kimliğinden sıyrılma çabasını temsil ediyor. Ancak burada kullanılan uzun çekim (long shot), Arthur’un yalnızlığını ve toplumla kopan bağlarını vurguluyor. Bu kaçış, Arthur’un bireysel özgürlüğe attığı bir adım olsa da aynı zamanda bir trajediyi işaret ediyor. Her adımında Joker kimliğinin kendisine yüklediği ağırlığı hissediyor; bu, onun kurtuluş arayışının aynı zamanda bir çıkmaz olduğunu simgeliyor.
Bu sahnenin görsel ve simgesel yapısı oldukça güçlü olmasına rağmen, hikâyedeki bazı eksiklikler de göz ardı edilemez. Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine dair yapılan eleştiriler yer yer yüzeyde kalıyor ve Joker’in anarşisinin altında yatan toplumsal mesaj tam olarak izleyiciye geçemeyebiliyor. Joker’in halk kahramanı olarak sunulması etkileyici olsa da, bu sürecin gelişimi bazen aceleye getirilmiş gibi görünüyor. Joker kimliğinin bir başkaldırı sembolü olarak yüceltilmesi, anlatının bazı noktalarında tam anlamıyla derinleştirilemiyor ve Joker’in Gotham’ın çürümüş düzenine karşı taşıdığı simgesel ağırlık tam olarak hissedilmeyebiliyor.
Phillips, Joker’i sadece anarşi ve şiddetin değil, bireysel özgürlük arayışının bir sembolü olarak resmetmeye çalışırken, anlatının bazı bölümlerinde bu derinliği korumakta zorlanıyor. Joker’in Gotham’ın çürümüşlüğüne karşı bir isyan figürü olarak çizilmesi, hikâyeyi zenginleştirse de, Gotham’ın adalet sistemine yapılan eleştirinin daha güçlü bir temele oturmaması, bu başkaldırının etkisini bir parça azaltıyor.
Todd Phillips’in bu sahneleri yönetirken sunduğu ustalık, Arthur’un içsel çatışmasını ve Gotham’ın toplumsal çöküşünü etkileyici bir şekilde işliyor, ancak anlatının bütünlüğü zaman zaman kırılganlaşıyor. Arthur’un bireysel özgürlüğe duyduğu özlem, Gotham’ın yozlaşmış yapısıyla olan mücadelesiyle birleşerek derin bir anlam taşıyor. Arthur’un Joker kimliğini yeniden sorgulaması ve mahkeme binasından kaçışı, onun sadece topluma değil, kendi iç dünyasına karşı da bir yüzleşmesi olarak unutulmaz bir özgürlük arayışına dönüşüyor.
Bu sahneyle birlikte, Arthur’un Joker kimliği, Gotham’ın yüzeyin altına itmeye çalıştığı karanlık gerçekleri açığa çıkaran, hem toplumun hem de kendi ruhunun en derin köşelerine ışık tutan bir simge haline geliyor.
Gary Puddles: Gotham’ın En Alttakiler Arasında Kalan Dostluk
İlk film olan Joker (2019), Arthur’un dünyasında insani bağların ve dostluğun neredeyse tamamen tükenmiş olduğu bir Gotham’ı sergilerken Gary Puddles, onun için en azından bir güvence sunan nadir bir dost figürüdür. Arthur'un çevresindeki çoğu insan ona zorbalık eder, ona sırt çevirir veya onu tamamen yok sayarken, Gary’nin dostça ve koruyucu yaklaşımı, Arthur’un ruhunda kalan son insani kırıntıları korur. Fiziksel olarak dezavantajlı ve sessiz bir yapıya sahip olan Gary, Arthur’a yönelik sadakatiyle dikkat çeker. Arthur iş yerinde aşağılandığında, Gary ona destek vermekten çekinmez. Bir sahnede Arthur’un gözlerinde o yıkıcı yalnızlık varken, Gary ona bakar ve “Dostum, biliyorsun, seni yalnız bırakmayacağım.” (You know, buddy, I won’t leave you alone) der, bu sözleri Arthur'un yüzünde ilk defa güvenin izlerini görmemizi sağlar.
Arthur’un Joker’e dönüşümü başladığında bile, Gary onun zihninde bir tür saf masumiyetin simgesi olarak kalır. Arthur'un iş arkadaşlarına karşı ölümcül bir öfkeyle dolup taştığı o ünlü sahnede, elinde silahıyla odada beklerken Gary köşede korku dolu gözlerle ona bakar. O an, Arthur’un yüzü yumuşar, ve Gary’e dönüp sakin bir sesle, “Git buradan, Gary. Sana zarar vermeyeceğim.” (Get out of here, Gary. I’m not gonna hurt you) der. Arthur’un Joker kimliğinde bile Gary’ye olan bu dostça yaklaşımı, Joker’in bile insani bir bağa duyduğu saygıyı koruduğunu gösterir. Gary’nin masumiyeti ve Arthur’a duyduğu içten dostluk, onun zihninde bir sınır oluşturur ve bu sınırı aşmak Arthur için imkansızdır.
İkinci film olan Joker: Folie à Deux (2024) ise, Arthur’un Joker kimliğini tamamen kabullenmiş ve kendisini Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine karşı tamamen konumlandırmış bir figür olarak geri dönüşünü işler. Mahkeme salonundaki sahnede Gary, Arthur'un Joker olarak yargılandığı bu kritik anda tanık olarak oradadır. Mahkeme salonu soğuk ve tedirgin edici bir atmosfere sahiptir; Arthur, yüzünde hiçbir insani iz taşımayan bir Joker maskesiyle sessizce dururken, Gary, oradaki herkesin içinde tek tanıdık simadır. Tam da o anda, mahkeme boyunca Joker olarak kayıtsız görünen Arthur’un gözleri Gary’le buluşur.
Gary, gözlerinde bir kırgınlık ve şaşkınlıkla ona bakar ve ilk kez sesini duyurur: “Arthur, gerçekten bu noktaya geldik mi?” (Arthur, have we really come to this point?). Joker kimliğiyle buz gibi bir soğukkanlılık takınmış olan Arthur ise hafif bir gülümsemeyle ona bakar ve alaycı bir tonda, “Neden şaşkınsın, Gary? Hepimiz maskelerimizi takıyoruz, değil mi?” (Why so surprised, Gary? We’re all wearing masks, aren’t we?). Gary'nin yüzündeki çaresizlik ve gözyaşları, onun hala eski dostunu görme umudunu taşırken bu umudun her an eridiğini gösterir.
Mahkeme sırasında Gary, Arthur’a dönüp tekrar konuşur, bu sefer sesi daha da kırılgandır: “Bu sen değilsin, Arthur. Sen bana yardım etmiştin... beni korumuştun. Gerçekten tüm bunların arkasına mı saklanıyorsun?” (This isn’t you, Arthur. You helped me… you protected me. Are you really hiding behind all this?). Arthur, Joker kimliğinin getirdiği o kibirli duruşla gülerek yanıt verir: “O eski Arthur öldü, Gary. Artık sadece Joker var. Ve Joker, bu maskenin altında hiçbir şey saklamıyor.” (That old Arthur is dead, Gary. Now there’s only Joker. And Joker doesn’t hide behind anything). Bu sözler mahkeme salonunda bir yankı uyandırır; Joker’in geçmişini tamamen silmiş olduğu, artık geçmiş dostluklara ve insani bağlara dahi hiçbir şekilde dönmediği izleyicinin de zihnine çakılır.
Gary’nin mahkemede tanık olarak yer aldığı bu anlar, Arthur’un Joker kimliğine tam anlamıyla büründüğünü, tüm insani bağlarını ve dostluklarını geride bıraktığını açıkça ortaya koyar. Gary’nin Arthur’a yönelik son çaresiz bakışı, Arthur’un içindeki dostça kalıntıları bulma çabasının bir yansıması olsa da, Joker için bu sadece bir gölgeden ibarettir. Gary, o an bir dost olarak Arthur’un insani yanına dokunmak isterken, Arthur’un Joker kimliği onu tamamen yalnız bir figüre dönüştürmüş durumda. Bu sahneyle birlikte Gary, Arthur’un Joker’e dönüşüm sürecinde kaybolan tüm insani bağların son temsilcisi olarak orada öylece kalır; bu dostluk artık sadece bir hatıradır, Arthur’un yolculuğunda yitip giden bir başka insani kırıntıdır. Todd Phillips, Gotham’ın karanlık dünyasında bile bir dostluğun nasıl solup yok olabileceğini çarpıcı bir şekilde özetler; Joker kimliğine bürünen Arthur’un bu nihai yalnızlık içinde, geçmişin tüm izlerini silip yok ettiğini, tüm insani bağları ardında bıraktığını gözler önüne serer.
Thomas Wayne’in “Trump” Etkisi
İlk filmde, Thomas Wayne, Gotham’ın derin sınıfsal uçurumlarının sembolü olarak karşımıza çıkmıştı. Todd Phillips’in “Joker” (2019) filminde, Wayne, şehirdeki tüm yozlaşmanın adeta canlandırılmış bir temsilcisiydi; Arthur için uzak ama etkisini doğrudan hissettiren bir figürdü. Wayne’in adeta bir “Trump” figürüne benzer şekilde resmedilmesi, Gotham’ın varlıklı seçkinlerinin topluma olan yabancılığını ve bu elit sınıfın şehrin en alt tabakasına nasıl tamamen kayıtsız kaldığını net bir biçimde yansıtıyordu. Arthur’un, Thomas Wayne’in oğlu olabileceğine dair ima, Gotham’ın zenginlerle fakirler arasındaki o uçurumu daha belirgin hâle getiriyor, şehri sadece bir kaos merkezi değil, sınıfsal ve ahlaki çatışmaların sahnesi olarak yeniden tanımlıyordu. Wayne, Gotham’ın gösterişli yüzünü temsil ederken Arthur, şehrin unutulmuş, yalnız ve ihmal edilmiş yüzüydü. Todd Phillips, bu iki karakterin yollarını kesiştirerek Gotham’ın sosyo-ekonomik uçurumuna dair sarsıcı bir eleştiri sunuyordu.
İlk filmde Wayne’in kibirli ve mesafeli tavırları, Gotham’ın zenginlerinin toplumsal adalete karşı duyarsızlığını gözler önüne seriyordu. Arthur’un, Wayne ailesine olan nefreti, onların toplumun geri kalanına yabancılaşmış bu elit kesimi temsil etmesinden kaynaklanıyordu. Wayne’in Arthur’a olan küçümseyici bakışları, Gotham’ın yozlaşmış adalet sistemine karşı duyduğu öfkeyi körüklerken Arthur’un Joker kimliğine geçişindeki toplumsal motivasyonları daha da keskinleştiriyordu. Bu bağlamda, Thomas Wayne’in Arthur üzerinde yarattığı etki, onun bireysel çöküşünün sınıfsal bir simgeye dönüşmesine katkıda bulunmuştu. Arthur, Gotham’ın sınıfsal çelişkilerini, bireysel bir trajediye çevirirken Todd Phillips, Wayne figürü aracılığıyla halkın sorunlarından kopmuş bir elitizmi sorguluyordu.
Ancak ikinci film, “Joker: Folie à Deux” (2024), Thomas Wayne’in bu çarpıcı etkisini geride bırakıyor. Bu devam filminde Arthur, Wayne ailesinin gölgesinden çıkıp kendi çılgınlığına doğru daha derin bir yolculuğa adım atıyor. Thomas Wayne’in varlığı olmaksızın, Arthur’un hikâyesi Gotham’ın sınıfsal yaralarından daha ziyade bireysel bir kaosa odaklanıyor. Bu bağlamda, devam filminde Gotham’ın sosyal yapısına dair eleştiri, Arthur’un trajedisinin daha kişisel bir anlatı olarak şekillenmesine zemin hazırlıyor. Artık Arthur, Gotham’ın toplumsal çürümesinin bir kurbanı olarak değil, Joker kimliğiyle kendi iç dünyasının tuhaflıklarını keşfeden bir karakter olarak öne çıkıyor.
Bu değişim, Gotham’ın sınıfsal ayrışması ve adaletsizliği eleştiren anlatısının biraz zayıflamasına neden oluyor.
Arthur’un Joker kimliğini benimsemesiyle birlikte, hikâye toplumsal bir perspektiften çıkarak Arkham Asylum’un soğuk ve yalnız duvarlarına taşınıyor. Thomas Wayne gibi güçlü bir figürün eksikliği, Gotham’ın sosyo-politik çerçevesini gölgede bırakırken Arthur’un bireysel çatışmalarını daha izole bir yapıya dönüştürüyor. Wayne’in yokluğuyla birlikte, Gotham’ın yozlaşmış adalet sisteminin eleştirisi de zayıflıyor ve Arthur’un Joker kimliğine geçişi toplumsal bir başkaldırıdan ziyade bireysel bir yalnızlık hikâyesine dönüşüyor. Bu eksiklik, Gotham’ın toplumsal bağlamından koparıldığı, adeta içi boşalmış bir simgeye dönüşmesine neden oluyor.
“Joker: Folie à Deux” Arthur’un yolculuğunu, Thomas Wayne’in eksikliğiyle toplumsal bir eleştiriden uzaklaştırıyor; film, bireysel trajediyi daha da derinleştirirken, Gotham’ın iç çelişkilerine inmekten kaçınıyor.
Wayne Ailesi’nin Yokluğu: Gotham’ın Gizli Gerçeği
İlk filmde, Bruce Wayne’in henüz bir çocuk olarak sunulması, Gotham’ın karanlığında geleceğe dair bir umut ışığı yaratıyordu. Arthur’un Joker kimliğine geçişi ile Bruce’un ileride taşıyacağı Batman kimliği arasındaki potansiyel çatışma, Gotham’ın derin ve çözülmez ahlaki çıkmazını yansıtıyordu. Todd Phillips, o ilk karşılaşmada, Arthur’un huzursuz edici varlığını Bruce’un çocuk saflığı ile yan yana getirerek Gotham’ın geleceğini belirleyecek bir çatışmanın ilk ipuçlarını sunmuştu. İleride Gotham’ı kurtarma gayesiyle bir kahramana dönüşecek olan Bruce’un, babasının elitist ve dışlayıcı değerlerine karşı gelişebileceği ihtimali, şehri adalet ve kaosun iki zıt kutbunda tutan bir denge yaratıyordu. Bruce’un bu masumiyet içindeki adalet arayışı, Arthur’un bireysel trajedisi ile Gotham’ın toplumsal yaraları arasında güçlü bir köprü kurarak Gotham’ın ahlaki çürümüşlüğünü derinlemesine inceliyordu. Arthur’un Joker olarak sembolize ettiği kaotik güçle ileride Bruce’un temsil edeceği düzen arayışı arasındaki bu olası zıtlık, Gotham’ın tarihindeki en temel mücadeleyi resmediyordu.
Ancak “Joker: Folie à Deux” (2024), Wayne ailesini tamamen anlatının dışında bırakarak bu zengin ve karmaşık bağın kaybolmasına yol açıyor. Gotham, Wayne ailesi olmadan, Arthur’un yalnızca bireysel çatışmalarını ele aldığı bir arenaya dönüşüyor. Todd Phillips’in bu seçiminde, toplumsal ve ahlaki karmaşıklıkları derinleştirmek yerine, Joker’in kişisel içsel çelişkileri ön plana çıkarma niyeti seziliyor. Fakat bu karar, Gotham’ın yalnızca bireysel hikâyelerin geçtiği bir şehir olarak algılanmasına neden oluyor. Wayne ailesinin sembolik ağırlığı olmadan, Gotham’ın adalet arayışını ve yozlaşmış yapısını temsil edecek güçlü bir figürün yokluğunda, Arthur’un öfkesi daha yüzeysel kalıyor. Bu boşluk, Harvey Dent gibi başka karakterlerce doldurulmaya çalışılsa da, Dent’in figürü Gotham’ın ahlaki çatışmalarının derinliğini ve tarihsel çatışmaları tam anlamıyla yansıtamıyor.
Wayne ailesinin anlatıdan çıkmasıyla Gotham, Arthur’un yalnızca bireysel kaosunu yaşadığı bir arenaya dönüşürken, şehrin ahlaki dokusu da sığlaşıyor. Bruce Wayne ve Arthur Fleck arasındaki potansiyel bağlantının yokluğu, Gotham’ın karmaşık, karanlık tarihini DC evreninin zenginliğinden koparıyor. Gotham, Wayne ailesinin yokluğunda toplumsal bir yankı bulamayan, yalnızca bireysel bir çöküş anlatısına hapsoluyor. Wayne ailesinin, özellikle de Bruce’un, Gotham’ın çelişkileri içinde taşıdığı potansiyel umut simgesinin eksikliği, Arthur’un yalnızlığını ve içsel mücadelelerini, Gotham’ın daha geniş toplumsal karmaşasından soyutlanmış bir şekilde anlatıyor.
Bruce’un ileride taşıyacağı mirasın işaretleri olmadan, Gotham’ın yapısal çürümüşlüğüne karşı Joker’in kaosunun anlamı zayıflıyor. Böylece “Joker: Folie à Deux,” Arthur’un hikâyesini Gotham’ın ahlaki ve toplumsal çatışmalarından uzaklaştırarak daha dar bir çerçevede ele alıyor; Wayne ailesinin yokluğu Gotham’ın adalet ve kaos arasındaki ikileminde daha derin bir yankı bırakmak yerine, Arthur’un trajedisini kişisel bir çöküşe indiriyor.
Harvey Dent ve Gotham’ın Çifte Yüzlülüğü
Folie à Deux filminde Harvey Dent, Gotham’ın çürümüş adalet sistemi içinde yer alan iki yüzlü bir figür olarak beliriyor. Onun idealist, adil görünümü, toplumun gözünde parlak bir hukuk figürü olarak algılansa da, gerçekler bundan çok farklı. Dent’in, yüzeydeki bu temiz duruşunun arkasında Gotham’ın adalet sistemine bulaşmış gizli ittifaklar ve yozlaşmalar bulunuyor. Bu karakter, aslında Gotham’ın toplum için sakladığı ahlaki çelişkiler ve saklı düzenleri temsil eden bir metafor haline geliyor. Dışarıdan baktığınızda adaletin yüzü gibi gözüken Dent, Gotham’ın karanlık taraflarında derin bir çatışmanın ve ikiyüzlülüğün en güçlü simgelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Arthur Fleck’in Joker kimliğinde mahkemede Dent’le karşı karşıya gelişi, Gotham’ın sahte adalet maskesini çekip çıkaran en güçlü anlardan birini sunuyor. Arthur, alaycı bir ses tonuyla Dent’e “Senin adalet dediğin şey gerçekten kimin işine yarıyor, Dent?” derken (”Whose justice are you really serving, Dent?”), Gotham’ın adalet mekanizmasındaki çürümüşlüğü seyircinin önüne seriyor. Dent’in bu adalet temsilcisi pozisyonu, güç ve çıkar ilişkilerine dayalı yapının bir parçası olmaktan ileri gitmiyor; Arthur, bu çelişkileri onun yüzüne vururken Joker kimliğinde yalnızca bir anarşist değil, sistemin en büyük ironisine karşı durabilen bir eleştirmen olarak da konumlanıyor.
Todd Phillips, Dent’in karakterini işlerken, Gotham’ın yozlaşmış yüzünü tek bir çerçevede sunmak yerine, Dent’in yüzeyde idealist bir figür olarak gözükmesini ancak derinlerde bu çürümüşlüğün en kuvvetli bir parçası olduğunu hissettiren ince detaylarla yansıtıyor. Kamera, Arthur ile Dent’in yüzleştiği sahnelerde sıkça yakın çekimlere (close-up) başvurarak, Dent’in sahte bir maske gibi duran o “adalet yüzünü” izleyicinin dikkatine sunuyor. Arthur’un öfkesi, Dent’in yüzündeki çatışmayla birleştiğinde, Gotham’ın “adalet” adı altında ne denli kirli işlere bulaştığını daha yoğun bir şekilde hissettiriyor. Bu an, Gotham’ın adalet perdesinin ardında yatan ve halktan gizlenen gerçekleri bir an için açığa çıkarırken, Dent’in yalnızca bu maskeyi taşıyan bir figür olduğunu güçlü bir şekilde vurguluyor.
Arthur’un Dent’e alaycı şekilde sorduğu her soru, Gotham’ın toplum tarafından “umut” olarak görülen figürlerinin ne kadar iki yüzlü bir sisteme hizmet ettiğini açığa çıkarıyor. Gotham’ın adaletin yüzü olarak sunulan Dent’in, aslında koca bir yalanı temsil ettiğini hissettiren bu çatışma, Joker kimliğinde Arthur’un gerçeklere karşı duyduğu öfkenin izleyiciye geçmesini sağlıyor. Folie à Deux, bu yüzleşmeyle Gotham’ın adalet sistemine dair katmanları daha güçlü bir şekilde açabilirdi; ancak Dent’in karakteri, bu noktada tam anlamıyla derinleşmeden yüzeyde kalıyor ve Gotham’ın yozlaşmış yapısının daha geniş anlamda ele alınmasını sınırlı bırakıyor.
Arthur, Gotham’ın adalet sistemine dair bu yüzleşmede yalnızca bireysel bir isyancı değil, Gotham’ın alttan alta kaynayan çelişkilerini de ortaya seren bir figür olarak yer alıyor. Dent’in, halkın gözünde ideal bir figür olarak görülmesi ve ona yüklenen “adalet” temsili, Gotham’ın aslında ne denli çelişkilerle dolu olduğunu gözler önüne seriyor. Eğer Dent’in bu çelişkili kimliği daha derinlemesine işlenebilseydi, Joker’in karşı duruşu bireysel bir çatışmadan çok, toplumsal ve ahlaki bir yüzleşmeye dönüşebilir, Gotham’ın “adalet” adı altındaki sahtecilikleri daha çarpıcı bir şekilde açığa çıkabilirdi.
Harvey Dent’in Gotham’da bir umut kaynağı olarak görülmesine karşın, sahte bir adalet temsilcisi olması, Arthur’un Joker kimliğinde onun karşısında duruşunu daha anlamlı hale getiriyor. Arthur’un Dent’e karşı eleştirileri, Gotham’ın yozlaşmış adalet anlayışının ve sistemdeki sahtekârlıkların izleyiciye daha net aktarılmasını sağlarken, Dent’in karakterine dair bu içsel ikilemin daha da derinleştirilmesi Gotham’ın çelişkili doğasını bir kez daha sorgulatıyor.
Phillips, Gotham’ın adaletine dair bu eleştiriyi Dent üzerinden daha güçlü bir eleştirel temele dayandırabilseydi, Arthur’un Joker kimliğinde verdiği bu mücadele yalnızca bireysel bir çöküş olarak değil, Gotham’ın yozlaşmış elitlerine karşı bir toplumsal ayaklanmanın parçası olarak da yankılanabilirdi. Ancak, Dent’in içsel çatışmaları ve Gotham’ın adalet maskesinin ardındaki gerçekler tam anlamıyla ortaya konulmadan, karakteri yüzeyde bırakmak, Gotham’ın adalet sistemine dair eleştirilerin sığ kalmasına neden oluyor. Joker’in Gotham’da bireysel bir çöküşten çok, toplumsal bir uyanışı tetikleyen bir figür olarak daha derin bir yere konumlandırılması böylelikle eksik kalıyor.
Bu bağlamda Dent, Gotham’ın yozlaşmış yapısına dair bir simge olabilme fırsatını tam anlamıyla kullanamıyor ve Joker’in bu sahte “adalet sistemi” karşısındaki duruşu daha geniş bir yankı bulamıyor. Arthur’un Joker kimliğinde Dent’e duyduğu alaycı nefret, Gotham’ın kirli ve çelişkilerle dolu sistemine karşı duyduğu derin öfkeyi temsil etse de, Dent karakterinin daha sağlam bir tabana oturtulması, bu anlatıyı daha güçlü kılabilirdi.
Sonuç olarak, Folie à Deux filminde Harvey Dent, Gotham’ın çürümüş düzenini ve iki yüzlü adalet sistemini temsilen önemli bir karakter olarak sunulsa da, onun karakterindeki bu çelişkilerin yeterince derinlemesine işlenmemesi, filmin Gotham’ın yozlaşmış yüzünü daha geniş bir perspektiften ele almasına engel oluyor. Arthur’un Joker kimliğinde Gotham’a karşı verdiği bu savaşı daha anlamlı hale getirmek için Dent’in karakterine dair toplumsal bir çerçevenin daha güçlü işlenmesi, Gotham’ın çifte yüzlü düzeninin daha çarpıcı bir eleştirisini sunabilirdi.
Debra Kane ve Bir Yoldaşın Sessiz İsyanı
Joker: Folie à Deux (2024) filminde Debra Kane, Gotham’ın acımasız gerçekliği içinde savrulan, görünürde basit ama derinlerinde karmaşık bir direniş sembolü olarak izleyici karşısına çıkıyor. Gotham’ın alt tabakalarında sessiz bir hayatta kalma mücadelesi verirken, Debra’nın yaşamı, Arthur’un Joker kimliğine adım adım yaklaşan karanlık dönüşümüne yoldaş oluyor. Toplumsal çelişkilerle dolu Gotham’da, Debra’nın hayata tutunuşu aslında şehrin “unutulmuşlar” kategorisine yerleştirilmiş tüm kayıp ruhların bir yankısı.
Debra, toplumun kör noktalarına itilmiş, şehrin arka sokaklarında kaybolmuş bir figür. Ancak, Arthur için bu yalnız kadın bir yoldaş, geçmişin bir gölgesi ve içsel bir çelişkinin temsilcisi. Arthur, Joker kimliğine geçerken onun yalnızlığına tanık olan ve acımasız bir kaderin ortasında ondan bir an olsun umudunu kaybetmemiş bu kadının bakışlarında kendine dair ipuçları buluyor. Gotham’ın karanlık çarkları arasında sıkışmış Debra, Arthur’a ona sunulmuş olan insani ve toplumsal sınırların ne denli katı olduğunu hissettiriyor.
Arthur’un Joker kimliğinde yargılandığı mahkeme sahnesi, Gotham’ın ikiyüzlü adalet sistemine dair çarpıcı bir eleştiriyi de içinde barındırıyor. Arthur, Joker kimliğiyle soğukkanlı bir şekilde mahkemeye çıktığında, tanıdık yüzler arasında Debra’nın o yorgun ama kırılgan bakışlarını yakalıyor. Bu bakış, Arthur’un geçmişteki insani kırılganlıklarına dair son bir anıyı canlandırıyor. Kalabalık salonda, Debra’nın gözlerindeki ifade, hala bir umut kırıntısı taşır gibi; Arthur için geçmişin bir gölgesi, kaybettiği insani bağlantılardan bir iz.
Bu karşılaşma anında Arthur, Joker maskesinin ardına saklanarak alaycı bir ifadeyle ona bakıyor ve soğukkanlı bir ses tonuyla konuşuyor:
Joker: “Bu mahkemede gerçekten adalet bulabileceğine inanıyor musun, Debra?”(Do you really think you can find justice in this courtroom, Debra?)
Bu soru, Joker kimliğinin Gotham’ın düzenine duyduğu derin hayal kırıklığını, adaleti boş bir hayal olarak görmesini ifade ediyor. Debra’nın gözlerindeki çaresizliği fark etmesi, Arthur’un kendi karanlığını daha da benimsemesine yol açıyor; artık, onun için toplumdan bir umut veya iyilik beklemek nafile.
Debra, Arthur’un sorusuna cesur bir içtenlikle karşılık veriyor, sesi yorgun ama gözleri hala mücadele dolu:
Debra: “Bizden başka seçeneğimiz olduğunu mu sanıyorsun, Arthur? Adalet hep bir hayaldi.”(Did we ever have another choice, Arthur? Justice was always just a dream for us.)
Debra’nın yanıtı, Gotham’da alt sınıfların hayatında adaletin her zaman bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. Arthur, onun bakışlarındaki bu keder ve direnişi görüyor, ancak Joker kimliğini tamamen benimsemiş biri olarak artık insani duygulara veya umut kırıntılarına yer bırakmıyor. Debra’nın bu içten yanıtı Arthur’un zihninde yankılanarak, onun insanlığa dair tüm bağlarını silip süpürüyor. Arthur’un içindeki Joker kimliği, Gotham’ın bu kurbanlarına karşı bile bir soğukkanlılıkla hareket eder hale geliyor.
Arthur’un Joker maskesinin ardında bu çarpıcı diyalog, Gotham’ın toplumsal katmanlarında saklı çelişkileri açığa çıkarıyor. Debra, Arthur’un gözünde bir anlığına insani değerlerin hatırlatıcısı, eski kırılgan bağların bir yankısı gibi belirse de, Joker kimliği ona daha derin bir soğukluk veriyor. Arthur, ona karşı buz gibi bir tavır takınarak, her ikisi için de umudun ve adaletin birer hayalden ibaret olduğunu ima ediyor:
Joker: “Gotham hep aynı, Debra. Kimse değişmeyecek; adalet bir hayal.”(Gotham is always the same, Debra. No one’s changing; justice is just a dream.)
Debra’nın yüzünde hafif bir umut kırıntısı hala belirgin. Gotham gibi bir şehirde bile, bu kırılgan umudu hala taşıyabiliyor. Arthur’un gözleri, onun bu ifadesine takıldığında bir an tereddüt eder gibi oluyor, fakat bu hissi hızla silip atıyor. Arthur artık geri dönülmez bir yolda, Joker kimliğine tamamen gömülmüş durumda. Gotham’ın karanlık sokaklarında kaybolan, yalnızca bir yankıya dönüşen Debra, Arthur’un içindeki insani yanlara kısa süreliğine ışık tutabilse de, bu ışık hemen söndürülüyor.
Eğer film, Debra’nın sesini Arthur’un Joker kimliğine karşı bir eleştirel ses olarak daha derinlemesine işleseydi, Gotham’ın adaletsiz düzeni çok daha sert bir biçimde ele alınabilirdi. Debra, Gotham’ın bu çelişkilerle dolu yapısına meydan okuyan bir figür olarak Arthur’un içsel çatışmasına eklemlenebilirdi. Bu eksiklik, Gotham’ın alt tabakalarının sesini duyurmak için kaçırılmış bir fırsat olarak kalıyor.
Çünkü Debra’nın varlığı Gotham’ın çürümüş yapısının alt sınıfları nasıl susturduğunu ve görmezden geldiğini ortaya koymak için büyük bir potansiyele sahip. Arthur’un Joker kimliğiyle kendini bulduğu bu yolculuk, Debra’nın hikâyesiyle daha da derinleşebilirdi. Ancak Debra, Arthur’un trajedisinde bir yankı olmaktan öteye gidemiyor ve Gotham’ın toplumsal çelişkilerini gözler önüne serecek bir figür olarak etkisini tam anlamıyla gösteremiyor.
Sophie Dumond Gotham’ın Yitip Giden Umudu
İlk film olan Joker (2019), Gotham’ın katı ve soğuk gerçekliği karşısında Sophie Dumond’u Arthur’un hayatında beliren tek umut ışığı olarak sunuyordu. Gotham’ın baskıcı atmosferi ve sürekli artan umutsuzluğun ortasında, Sophie, Arthur için yaşamın acımasız yüzüne rağmen kendini bulduğu nadir bir sıcaklık ve yakınlık alanıydı. Arthur, Sophie ile ilk karşılaştığında, asansörde onunla paylaştığı kısa ama derin bir an vardı. Sophie, “Bazen keşke her şeyin sonu gelse,” (“Sometimes I just wish everything would blow up”) dediğinde, Gotham’ın içinde sıkışmış insanların çaresizliği Arthur’un zihninde yankılanıyordu. Bu cümle Arthur için yalnızca bir teselli değil, aynı zamanda kendisi gibi hisseden biriyle karşılaşmanın heyecanıydı. Sophie, onun gözünde Gotham’ın acımasız dünyasında bir kaçış noktası, gerçekliğiyle temas kurabileceği bir kişi haline gelmişti.
Arthur, zihninde bu ilişkiyi daha da ileriye taşıyor; Sophie’nin ona olan sıcaklığını, sevgiye duyduğu açlıkla birleştiriyordu. Sophie ile yaşadığını sandığı sahneler, Arthur’un zihninde gerçek gibi şekillenirken, onun derinlerde sevgiye ve anlam bulmaya dair kırılgan yönlerini açığa çıkarıyordu. Özellikle stand-up gösterisinde başarısız olduktan sonra Sophie ona destek verip, “Oraya çıkmak cesaret ister,” (“It takes guts to get up there”) dediğinde, Arthur ilk kez sahici bir ilginin sıcaklığını hissediyordu. Sophie’nin sözleri, Arthur’un yaşadığı utanç ve yalnızlık hissini bir nebze de olsa hafifletiyor, ona yalnız olmadığını düşündürtüyordu.
Ancak filmin ilerleyen sahnelerinde, Sophie’nin Arthur’un hayatında gerçekte hiç var olmadığı ortaya çıktığında, bu hayal kırıklığı Arthur’un dünyasında derin bir yara açıyordu. Arthur bir gün, Sophie’nin apartmanına gider ve onu şaşkın ve korku dolu bakışlarıyla karşısında bulur. Sophie’nin ona “Yanlış dairede misiniz?” (“Are you in the wrong apartment?”) diye sorduğu o an, Arthur için hayal dünyasının çöküşüdür. Bu gerçekle yüzleşmek, Arthur’un içsel dengesini tamamen altüst eder. İlk filmde Sophie, Arthur’un hayatta kalmasını sağlayan tek insani bağ gibi görünürken, bu yanılsamanın yıkılması Arthur’un Joker kimliğine geçişini tetikleyen en acı dolu anlardan biri oluyordu.
Sophie’nin hayatında hiç var olmadığını fark etmesiyle birlikte, Arthur’un zihnindeki son insani bağ da kopuyor ve bu kopuş onun Joker kimliğine tamamen teslim olmasını hızlandırıyordu. Sophie, bir umut ışığı olmaktan çıkarak Arthur’un yalnızlığının ve zihinsel çöküşünün sembolü haline geliyor; Gotham’ın karanlık yüzü, Sophie gibi bir umut kırıntısını bile Arthur’a yaşatmayacak kadar acımasız bir şekilde sunuluyordu.
2024 yapımı Joker: Folie à Deux filminde ise Sophie Dumond karakteri tamamen anlatıdan çıkarılmış durumda ve bu eksiklik, Arthur’un Joker kimliğine tamamen gömüldüğünü simgeliyor. İlk filmde, Sophie’nin varlığı Arthur’un hayata tutunma arzusunun bir sembolüyken, şimdi, bu yeni filmde onun yokluğu, Arthur’un artık hiçbir umuda ya da insani bağa ihtiyaç duymadığını gösteriyor. Arthur’un mahkeme sahnesindeki soğukkanlı duruşunda, Gotham’ın çürümüşlüğüne karşı Joker kimliğiyle hesaplaşma anında Sophie gibi bir figürün eksikliği Arthur’un yalnızlığına daha da vurgu yapıyor.
Bu sahnede Arthur, yargıca alaycı bir tonda bakarak, “Siz hiç insanların suratınıza güldüğünü sanıp aslında size güldüğünü fark ettiniz mi?” (“Have you ever thought people were laughing with you, only to realize they were laughing at you?”) diye soruyor. Bu sözler, Sophie gibi umut ışıklarını bile Arthur’dan almış olan Gotham’ın ona yaşattığı hayal kırıklıklarını sembolize ediyor.
Eğer Sophie, Arthur’un hayatında bir umut kaynağı olarak kalmış olsaydı, belki Arthur’un Joker kimliğine tam anlamıyla teslim olmayacağına dair bir ihtimal izleyicinin aklında kalabilirdi. Ancak Arthur’un mahkemede yargıç karşısındaki bu soğuk yüz ifadesi ve acımasız duruşu, Gotham’ın artık Sophie gibi insani umut kırıntılarını bile yok ettiğini ve Arthur’un bu süreçte Joker kimliğinde yalnızlaşmayı seçtiğini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Sophie’nin yokluğu, Arthur’un içsel çatışmalarını daha da derinleştirerek Gotham’ın acımasız atmosferinde bir umut kaynağının bile var olamayacağını gözler önüne seriyor.
Sophie, Arthur’un kırılgan yanlarını ortaya çıkaran, sevgiye duyduğu derin arzunun sembolüydü. Ancak Folie à Deux’deki eksikliği, Arthur’un Joker kimliğinde tamamen yalnız bir figür haline gelmesini sağlıyor ve Gotham’ın acımasız dünyasında tüm insani bağlarını geride bırakmış bir karaktere dönüştürüyor. Sophie, ilk filmde Arthur’un ruhundaki son insani kırıntıydı; ikinci filmdeki yokluğu ise onun Joker kimliğinde kalıcı olarak yerleşmesine yol açıyor, Gotham’ın tüm insani bağları un ufak ettiği mesajını güçlü bir şekilde veriyor.
Yalnızlığın En Koyu Basamakları
Merdivenler... Bir zamanlar zaferin yankılarını taşıyan bu taşlar, şimdi dipsiz bir karanlığa sessizce açılıyor. İlk filmde, Joker'in şehvetli kahkahalarına sahne olmuş, adımlarının altına ateşli bir özgürlük döşemişlerdi. Her basamak, Arthur’un deliliğe doğru attığı adımların, kendine duyduğu o çarpık inancın yankısıydı. Ama şimdi, Folie à Deux'de, bu merdivenler artık bir çöküşün, bir yalnızlığın ve belki de çıkışı olmayan bir kaderin habercisi.
Adımları ağır, taşlar buz gibi… Hareketsiz bir ağırlıkla, her adım onu daha soğuk, daha sessiz, daha dipsiz bir boşluğa çekiyor. Basamaklar birer ağıt dizisi; taşların soğuk yüzeyinde geçmişin hayaletleri, şimdi yalnızlığın karanlık yüzlerine dönüşüyor. Yitip giden umutlar… Arthur’un kaybettiği her şey, her basamağa işlenmiş, o taşların içine gömülmüş gibi.
Todd Phillips, melankoliyi kat kat örerken Joker’in bir zamanlar coşkuyla yankılanan kahkahaları, yerini şimdi buz kesen bir sessizliğe, tırmandıkça içe kapanan bir hüzne bırakıyor. Arthur, kendi içinde bir mezara adım adım yaklaşıyor. Harley... Duyulmaz, görünmez, artık soğuk ve kayıtsız. Joker’in gözlerinde ışık kalmamış, varlığı karanlık bir gölgeye bürünmüş; merdivenlerin her bir basamağı, onun içindeki soğuk ve kesik kesik atan kalbin yankısına katılıyor.
Her adım... Her taş, bir lanet gibi. Her basamak, birer kara ağıt gibi diziliyor altına. Umut tükenmiş; yalnızlığın dipsiz boşluklarında birer yankı, birer iz gibi kayboluyor Arthur’un adımları. Histerik, kırılmış bir adamın sessiz çığlıkları kalıyor o taşlarda; ağır, dokunan her adımında Arthur'u daha da dibe çeken, yere daha da gömen bir sessizlik. Phillips, bu sahneyi merdiven taşlarına kazınan bir ağıt gibi örüyor; Joker artık yalnızca kendine yürürken, her adım onu biraz daha yutuyor. Bir zamanlar deliliğin zafer marşı olan o taşlar, şimdi sessiz bir başkaldırının, bir sonun ve kimsesizliğin izlerini taşıyor.
Harley Quinn ile Kopuş: “Mad Love”dan Boşluğa
Folie à Deux’de Joker ve Harley Quinn’in hikâyesi, kaosun çok ötesine geçerek Gotham’ın karanlık sokaklarında yankılanan derin bir yalnızlık ifadesine dönüşüyor. Bu kez anlatılan, çizgi romanlarda hayranlık uyandıran o saplantılı “Mad Love” değil; birbirine tutunan iki kırık ruhun, kendi boşluklarında daha da derine savruldukları, umut kırıntılarının bile söndüğü bir trajedi. Todd Phillips’in ellerinde bu öykü, yalnızca bir aşk değil, ağır bir çöküşe ve ruhsal parçalanmaya tanıklık ediyor. Harley’nin Joker’den uzaklaşması, Arthur’un içinde yankılanan kaosu derinleştiriyor, kimliğinin son kalıntılarını da silip süpürüyor. Arthur, Joker’in yaratıcı anarşisinden arda kalan son parçalara tutunmaya çalışırken, maskenin ardındaki uçsuz bucaksız boşluğa düşüyor.
Harley’den kopuş, Joker kimliğinden geriye kalanları da eritip Arthur’u kaybolan ruhunun yalnız yankısına mahkum bırakıyor. Bir zamanlar anarşinin sembolü olan Joker, artık Gotham’ın soğuk ve umarsız sokaklarında yitip giden bir gölgeye dönüşüyor. Phillips’in Gotham’ı da Arthur’un paramparça ruhunu yansıtan bir boşluk haline geliyor; şehrin kayıtsız duvarları, onun yalnızlığını, anlamsızlığını taşır gibi, soğuk ve gri bir sessizlikle Joker’in düşüşüne tanıklık ediyor.
Bu yalnızlık, Joker’i daha önce hiç olmadığı kadar derin, içsel bir hapishaneye çekerken, Gotham, onun çaresiz ruh halinin yankılandığı bir arenaya dönüşüyor. Arthur’un çılgın kahkahaları, yerini bir boşluk çığlığına bırakıyor; artık Joker kimliğinin coşkulu anarşisi değil, Arthur’un içten içe çöken benliği Gotham’ın taşlarına işleniyor. Her gri duvar, Joker’in yalnızlığını yansıtan bir aynaya, şehrin sokakları ise Arthur’un silikleşen gölgesinin kaybolduğu bir labirente dönüşüyor. Şimdi bu boşluk, Joker’in kahkahalarıyla değil, Arthur’un donuk ve umutsuz sessizliğiyle dolup taşıyor; Gotham, onun içindeki boşluğu sessizce, yavaşça yutan bir şehre, dipsiz bir karanlığa bürünüyor.
Saplantının Soğuk Çığlığı: Kontrol ve Delilik İç İçe
Joker ve Harley Quinn’in ilişkisi, saplantı ve deliliğin karanlık bir döngüde birbirine düğümlendiği, ürkütücü bir kaosun yankısıdır. Harley, Joker’e duyduğu saplantılı bağlılıkla kendi kimliğini bulmaya çabalarken, bu bağlılık onu bir girdabın içine çeker; Joker’in gölgesinde, onun karanlık dünyasında kaybolmaya başlar. Joker ise Harley’i hem manipüle eder, hem de kendi varlığını onun üstünden tanımlar; Harley, onun kimliğini besleyen ve güçlendiren bir fanteziye dönüşür. Todd Phillips, bu çarpık ilişkiyi, izleyiciye soğuk, trajik bir gerçeklik penceresinden sunarak aralarındaki sevginin delilikle iç içe geçtiğini, kimlikleri silip süpüren bir fırtınaya dönüştüğünü derin bir hisle hissettirir.
Harley’nin Arthur’un dünyasına adım atması, bir kimlik kaybı ve toplumdan uzaklaşmanın simgesidir; Dr. Harleen Quinzel’in Joker’in kaotik evreninde çözülüp gitmesi, yalnızca sessiz bir saplantının yankısında kaybolur. Todd Phillips, Harley’nin Joker ile olan bu ilişkisinde, özgürlüğe değil, bir teslimiyete dayalı bir aşkın soğuk, trajik hikâyesini işler. Harley, Arthur’un acımasız gerçekliğine sürüklenir ve bu saplantılı aşk, onu yok eden bir yanılsamaya dönüşür.
Gotham’ın bireyler üzerindeki baskısı, yalnızca Arkham Asylum’un ve mahkeme duvarlarının içine hapsolmuş bir yankıdır; Arthur ve Harley’nin hikâyesi, iki kayıp ruhun bir çığlık gibi yükselip soğuk taşlar arasında sessizce sönmesine tanık olur. Todd Phillips’in ellerinde, bu aşk bir yanılsama gibi silikleşir; kırılgan ve dumanlı bir hayalin izleri olarak kalır. Arthur ve Harley’nin hikâyesi, sevginin değil, birbirini tüketen iki ruhun yankısıdır; Gotham’ın soğuk duvarları arasında yankılanan, hüzünlü bir fısıltı gibi sonsuz karanlıkta kaybolup gider.
Sosyal Eleştiriden Bireysel İzolasyona
Folie à Deux, Arthur’un içsel çöküşüne odaklanarak Gotham’ın sosyo-politik yapısını ve sınıfsal adaletsizliklere dair daha geniş perspektifi arka plana itiyor. İlk filmde, Gotham’ın derin sınıf uçurumları ve toplumsal eşitsizlikleri güçlü sembollerle ve alegorilerle izleyiciye sunulurken, devam filmi Arthur’un bireysel trajedisine ve giderek derinleşen yalnızlığına odaklanıyor. Gotham’ın karmaşık ve çok katmanlı yapısı bu kez daha belirsiz bir gölgeye dönüşüyor; şehrin sosyal dokusu, politik eleştiriler ve halkın adaletsiz düzene karşı duyduğu öfke, Arthur’un yalnızlığı içinde sessizce kayboluyor.
Gotham’ın sosyo-ekonomik sorunları ve politik çatışmaları ikinci planda kalırken, şehir yalnızca Arthur’un bireysel çöküşünün bir fonu olarak resmediliyor. Gotham’ın sınıfsal yapıları, yozlaşmış adalet sistemi ve halkın içten içe biriken adalet arayışı derinlemesine işlenmeksizin geçiliyor. Bu yeni bakış açısıyla anlatı, geniş bir toplumsal bağlam yerine bireysel bir trajediye odaklanırken, izleyiciye şehrin sembolik derinliğinden yoksun bir izlenim sunuluyor. Arthur’un toplumdan kopuşu ve yalnızlığı, Gotham’ın çürümüşlüğü karşısında kayboluyor; böylece izleyici, Gotham’ın zengin sosyo-politik dokusunu hissetmektense, Arthur’un karanlık, hapsedilmiş dünyasında sıkışan bireysel bir çöküşü izlemeye mahkum kalıyor.
Joker Mitosunun Kopuşu ve Çizgi Roman Referansları
Arthur Fleck’in Joker kimliğini reddetmesi, çizgi roman evreninin köşe taşlarından olan The Killing Joke (1988) ve The Dark Knight Returns (1986) gibi yapıtlarla ince bir hesaplaşma olarak karşımıza çıkıyor. Çizgi romanlarda Joker, kaosun ve anarşinin vahşi bir avatarı, Gotham’ın düzenine karşı devrimci bir figür olarak varlık gösterirken, Folie à Deuxde bu kimlik tamamen farklı bir yorumla ortaya çıkıyor. Arthur, Joker kimliğini yalnızca anarşik bir simge olmaktan çıkararak, kişisel ve derin bir trajedinin sembolü haline getiriyor. Phillips’in Arthur’u Joker kimliğinden adım adım uzaklaştırarak savunmasız, kırılgan ve insani yönleriyle ele alması, Joker mitosuna getirilmiş radikal bir yorum olarak dikkat çekiyor.
Çizgi romanlarda Joker, her zaman ezici, sınır tanımayan, toplumun yüzleşmeye cesaret edemediği karanlık bir yansıma iken, Phillips’in yarattığı Arthur karakteri bu mitin temellerini sarsıyor. Gotham’ın karmaşasında cehennemi bir düzen yaratmak yerine Arthur, Joker kimliğini üstlenmeye dahi yeterli olamayan, acımasız kaostan uzak bir figür olarak betimleniyor. Onun kırılganlığı ve kimlik reddi, Joker’i toplumun yansıması olmaktan çıkarıp yalnızca kişisel bir trajedinin merkezine koyuyor. Phillips, bu yorumuyla Joker’i sıradan bir kötücüllüğün ötesinde, toplumun gözünden düşmüş, kendi karanlığında kaybolmuş bir insanın yalnızlığını ve acısını izleyiciye sunuyor.
Şiddet ve Kan: Kaosla Yankılanan Adımlar
Arthur Fleck, Arkham Asylum’un kasvetli koridorlarında yürürken, adımlarının yankısı sanki yılların ağırlığını taşıyor. Bir zamanlar Gotham’ın kaos dolu sokaklarında Joker kimliğiyle hüküm süren bu adam, şimdi yalnızca geçmişin acısını ve içsel bir çöküşün sessizliğini taşıyan bir gölgeye dönüşmüş. Arkham’ın gri duvarları arasında ilerlerken, her adımı bir zamanların anarşist kralının nasıl yalnız ve zayıf bir kurbana dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Gardiyanlar ona yaklaşarak, duygudan yoksun, soğuk bir sesle “Visitor for you” (Ziyaretçin var) diyor. Arthur’un bakışlarında beliren bir anlık yumuşama, geçmişin hatıralarına ve gerçek dünyaya bir parça bağlanma çabası gibi görünse de, hızla silinip gidiyor. Ziyaret, kısa bir an için bile olsa ona bir umut kırıntısı sunuyor, ancak Arthur’un gözünde bu bile artık sadece bir illüzyon. Bu ince bağ, Arthur için boş bir yankıya dönüşüyor.
Yanına yaklaşan mahkûm alaycı bir tebessümle, “I wrote a joke. Wanna hear it?” (“Bir şaka yazdım, dinlemek ister misin?”) derken, Arthur gözlerini boş bir ifadeyle ona çeviriyor ve ruhsuzca “Is it short?” (“Kısa mı?”) diye cevap veriyor. Bu basit ama keskin diyalog, Arthur’un hayata bakışındaki tüm anlamsızlığı ve yabancılığı gözler önüne seriyor. Yaşamın gelip geçiciliği ve acımasız doğası, Arthur’un içinde giderek büyüyen bir boşluk olarak yankılanıyor; bu an, onun tüm dünyaya karşı beslediği yabancılaşmayı trajik bir netlikle hissettiriyor.
Todd Phillips, bu sahnede ışık ve ses gibi sinematik araçları ustalıkla kullanarak, Arthur’un adeta görünmez bir hapishanede kapana kısılmış ruh halini seyirciye aktarıyor. “Ses miksajı” ince tınılarla dolu, Arthur’un derinlerde gizlenmiş içsel çığlıklarının bir yankısını işitilir kılıyor. Renk paletinde hâkim olan soğuk mavi ve gri tonları ise sahneyi ağır bir melankoli atmosferine bürürken, Arthur’un umutsuzluğunu somut bir ağıt gibi seyirciye yansıtıyor. Her karede, Arthur’un Joker kimliğinden geriye kalan son kırıntının da solup yok olduğu hissediliyor.
Joaquin Phoenix’in performansı burada olağanüstü bir etki bırakıyor. Yüzündeki donuk ifade, Joker’in kaotik enerjisinin tamamen silindiğini ve Arthur’un içinde sadece derin bir boşluk kaldığını gösteriyor. Gözlerindeki anlamsızlık ve ruhsuzluk, bir zamanların anarşist figürünün şimdi nasıl bir içsel çöküşün tam ortasında olduğunu ortaya koyuyor. Arthur’un Joker kimliğinin o eski, tutkulu ışığı artık sönmüş; geriye sadece yalnız ve güçsüz bir adam kalmış durumda.
Mahkûm, alaycı bir ifadeyle “Life is short, like your pathetic little laugh” (Hayatın gibi kısa, şu acınası küçük kahkahan gibi) derken, Arthur’un hayatının trajik bir hicve dönüşmüş olduğunu yüzüne çarpıyor. Phillips burada, Joker mitosunu altüst ederek, Joker’in çarpık mizahı ve kaotik enerjisini, içsel bir çöküş ve anlamsızlık olarak yeniden tanımlıyor. Kahkahalarla dolu o eski Joker, şimdi sadece sessiz ve acı dolu bir ağıt olarak karşımıza çıkıyor. Bu sahne, Todd Phillips’in Joker karakterini derin bir “karakter dönüşümü”ne tabi tuttuğu anlardan biri olarak öne çıkıyor.
Bu an, Arthur’un hayatının grotesk bir karikatür haline geldiğini tüm çarpıcılığıyla ortaya koyuyor. Görüntü yönetiminin ustalıkla kullandığı karanlık ve soğuk renkler, bu sessiz trajediyi seyircinin zihnine işlerken, Arthur’un Arkham’daki adımları, bir zamanların kaos hükümdarının nasıl kendi trajedisinin kurbanına dönüştüğünü simgeliyor. Todd Phillips’in bu sahnede sunduğu derinlik, Joker mitosunu sinematik bir ağıt haline getiriyor; Arthur’un sessiz adımları, Joker’in trajik düşüşünün yankısı olarak zihnimizde kalıyor.
Phillips’in Alaycı Yüzleşmesi: Joker Mitosuna Radikal Bir Bakış
Todd Phillips, Joker: Folie à Deux ile Joker mitosuna dair kökleşmiş anlayışı radikal bir biçimde sarsıyor. Çizgi romanlarda kaosun ve anarşinin sembolü haline gelen Joker, bu filmde Gotham’ın çürümüş sokaklarından koparılıp Arthur Fleck’in derinlerdeki içsel çatışmalarına odaklanan bir anlatı eksenine oturtuluyor. Gotham’ın karmaşası, yozlaşmış yüzleri ve korkunç sokakları arka plana çekilirken, izleyici Arthur’un bireysel trajedisine, hayal kırıklıkları ve derin yalnızlıkla örülü bir yolculuğa davet ediliyor. Bu bağlamda Gotham, Joker mitosunun ayrılmaz bir parçası olmaktan sıyrılıyor ve Arthur’un içsel yıkımının sadece soluk bir arka planı haline geliyor.
Phillips, Joker karakterini toplumun “kaosun hükümdarı” (lord of chaos) olmaktan çıkararak içsel bir cehennemin, insani kırılganlıkların ve varoluş mücadelesinin odak noktasına yerleştiriyor. Arthur, Joker kimliğine bir yolculuk yapıp ardından bu kimlikten koparken Gotham’ın ezici kaotik atmosferi de Arthur’un yalnızlığında adeta eriyip gidiyor. Phillips burada Joker’in mitolojik maskesini çıkararak onu “sadece kırılmış bir adam” (simply a broken man) olarak tanımlıyor; Joker’i salt toplumsal yıkımın sembolü değil, aynı zamanda içsel çatışmalar ve insani acılarla dolu bir figür olarak yeniden şekillendiriyor. Phillips, bu yeni Joker’in kökleşmiş mitolojisini boşa çıkararak seyirciyi gerçek anlamda alaycı bir yüzleşmeye davet ediyor.
Bu radikal yorum, Joker’in ikonik özelliklerini yerle bir ederek izleyiciyi tamamen yeni bir anlatı içine çekiyor. The Killing Joke ve The Dark Knight Returns gibi eserlerde gördüğümüz “vücut bulmuş kaos” (chaos incarnate) figürü, burada yalnızlığa mahkûm, trajik bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Phillips, Joker mitosunun alışıldık alaycı, nihilist yüzünü yıkarak insana dair daha derin bir sorgulama sunuyor. Artık Joker, toplumsal çöküşün sembolü değil, yalnızlık ve kırılganlıkları içinde kıvranan bir adam; kaosun kendisi değil, kendi varlığına karşı acımasız bir savaş veren bir figür olarak betimleniyor. Phillips, Joker’i yalnızca bir “insan enkazı” değil, daha derin, daha sarsıcı bir trajedinin yansıması olarak tanımlıyor ve böylece izleyiciyi alışılmadık bir empatiyle Joker’in insani yönleriyle yüzleşmeye davet ediyor.
Klasik Joker Anlatısının Ötesinde: Bireysel Trajedi
Joker: Folie à Deux, izleyicinin alışkın olduğu Joker anlatısına meydan okuyarak kaos ve anarşi mitosunu tersine çeviriyor. Gotham’ın tanıdık karmaşası ve o karanlık ruh bir kenara itilmişken Todd Phillips, tüm dikkatini Arthur Fleck’in içsel çöküşüne, yalnızlık ve kayıplarla bezeli trajik yolculuğuna odaklıyor. Joker, Phillips’in ellerinde kaotik gücünden sıyrılmış; tüm insani kırılganlığıyla kendi iç dünyasında sıkışmış, kaybolmuş bir figüre dönüşüyor
.
Artık karşımızda Gotham’ı yerle bir eden bir anti-kahraman değil, içine kapanmış ve kendi çaresizliğinde yitip giden bir adam duruyor. Phillips, Joker mitosuna tamamen yeni bir bakış açısı getiriyor; onu yalnızca “figure of chaos” (kaos figürü) olarak bırakmıyor, derin insani acılarının izini sürerek Arthur Fleck’in varoluş krizini, bireysel bir yıkım hikâyesine dönüştürüyor.
Görsel ve İşitsel Uyumsuzluk
Joker: Folie à Deux, Gotham’ın sert ve karmaşık atmosferini, Arthur Fleck (Joaquin Phoenix) ve Harley Quinn’in (Lady Gaga) çarpık ilişkisini müzikal sahnelerle derinleştirmeye çalışıyor. Yönetmen Todd Phillips, Gotham’ın karanlık ruhunu Arthur ve Harley’nin içsel fırtınalarıyla birleştirerek müziği güçlü bir ifade aracı olarak kullanmayı amaçlıyor. Ancak, film boyunca müzikal yapının dramatik anlatıya uymaması, bazı sahnelerde izleyici ile karakterler arasındaki duygusal bağı zayıflatıyor. Özellikle sahne dekoru ve ışıklandırma gibi görsel unsurlar, karakterlerin içsel çatışmalarını yansıtmakta yetersiz kalıyor ve bu durum, izleyiciyi hikayeden kopartıyor.
Filmde kullanılan şarkılar, Arthur ve Harley’nin psikolojik derinliklerine ve Gotham’ın sembolik karanlığına katkıda bulunmak amacıyla seçilmiş olsa da, müzikal yapı bazı durumlarda karakterlerin öyküsüne dair duygusal etkiyi zayıflatıyor.
"Ne Me Quitte Pas" – Jacques Brel
Jacques Brel’in "Ne Me Quitte Pas" şarkısı, Arthur’un Harley’ye olan bağımlılığını ve bu bağımlılığın getirdiği çöküşü aktarmak amacıyla kullanılıyor. Parçanın sözleri, Arthur’un “Don’t leave me” (Beni terk etme) şeklinde içsel bir yakarışını temsil ederken, Brel’in parçaya kattığı melankolik yoğunluk, Arthur’un saplantısını dramatik bir düzlemde sunuyor. Harley Quinn rolündeki Lady Gaga, bu sahnede Arthur’a soğuk ve uzak bir tavır sergileyerek aralarındaki duygusal mesafeyi başarıyla yansıtsa da, sahnedeki parlak ışıklar ve steril dekor, şarkının derinliğiyle çatışarak müziğin etkisini sınırlandırıyor. Bu sahnede Harley’nin Arthur’a kayıtsızlığı, şarkının duygusal ağırlığını tam anlamıyla hissettiremiyor.
"I Put a Spell on You" – Screamin’ Jay Hawkins
Screamin’ Jay Hawkins’in "I Put a Spell on You" parçası, Harley’nin Arthur üzerindeki kontrol edici etkisini ve onu kendi dünyasına çekişini vurgulamak için kullanılıyor. Lady Gaga, bu sahnede teatral ve manipülatif bir performans sergileyerek Harley Quinn karakterinin Arthur üzerindeki gücünü belirginleştiriyor. Harley, Arthur’a “You’re mine” (Sen benimsin) mesajını adeta büyüleyici bir tavırla sunarken, müzikal yapı psikolojik derinliği tam olarak aktarmakta zayıf kalıyor. Hawkins’in parçasının güçlü etkisine rağmen, müziğin anlatıya tam anlamıyla katkıda bulunamaması, sahnede yüzeysel bir gerilim yaratıyor.
"Send in the Clowns" – Stephen Sondheim
Stephen Sondheim’ın klasikleşmiş "Send in the Clowns" parçası, Arthur’un Gotham’da yaşadığı derin yalnızlığı ve umutsuzluğu ifade etmek amacıyla filme dahil ediliyor. Sondheim’ın şarkısı, Arthur’un içsel çöküşünü dramatik bir ağıt gibi işleyerek karakterin trajik yanını vurguluyor. Phoenix, Arthur’un duygusal kırılganlığını başarıyla sergilerken, sahne dekorundaki steril görünüm, Gotham’ın karanlık doğasını ve karakterin yalnızlığını tam anlamıyla destekleyemiyor. Gotham’ın kaotik ruhunu yansıtmakta eksik kalan bu görsellik, Arthur’un içsel dünyasını yansıtan müziğin etkisini sınırlıyor.
"That’s Life" – Frank Sinatra
Frank Sinatra’nın "That’s Life" şarkısı, Arthur’un toplumla yüz